Sunday, March 28, 2010

list of cultural events I participated recently...

It's been a while since I reported on what fills my life (except for "The Book")... In the last few weeks, I made some discoveries... Let me start with the movies first...

1) I watched Pandora’s Box (Pandora'nin Kutusu), by Yeşim Ustaoğlu (right).
Awards:
San Sebastian International Film Festival, 2008: Golden Shell Best Film and Silver Shell Best Actress - Tsilla Chelton
Fajr International Film Festival, 2009 Christal Simorgh - Special Jury Prize, Best Performances; Tsilla Chelton, Derya Alabora, Övül Avkiran
11th Cinemanila International Film Festival, Best Actress: Tsilla Chelton
3rd Yeşilçam Awards, Best Supporting Actress: Derya Alabora

She describes her film as “a story of alienation and isolation. It is a story of individuals whose lives have been shaped by a sterile, middle-class morality, a story that many people touched by the inevitable combination of capitalism and modernity can identify with. It is a kind of human landscape, both universal and singular at the same time…
Plot Summary:
Three siblings living their different metropolitan lives have to go and find their mother who got lost in a Black Sea village. They bring her back, with her Alzheimer's disease, and find it difficult to adapt to her difficulties in an urban landscape. Only her grandson, who shares the difficulties find an intimacy with her; the rest start realizing that there have been problems in their lives that they've been postponing to solve.

I liked it a lot: as it has been told to me, it was simple, straightforward, well-done. Although I disagree with Ustaoglu's depiction of Istanbul as hell on earth, I understand the necessity of such a depiction for the plot. It's not far from truth either, only, lacking in basics. Also, the ending is a little too stereotypical (nativity symbolism with the old woman vanishing to her mountain) -but in Turkish cinema this is not such a used and abused theme as elsewhere, so it didn't disappoint me too much. At any rate I admire her dramaturgy and symbolism immensely.
Absolutely recommended for Turkish and non-Turkish audiences.

Here is the trailer...


2) I watched Pains of Autumn (Guz Sancisi) by Tomris Giritlioğlu (right).

Plot Summary:
The promising student Behcet finds himself involved in a nationalistic movement while falling madly in love with a Greek prostitute.
In the midst of a “Deep State” operation, singling out non-Muslims as the enemy, the uncontainable love between Elena and Behçet is struggling to defend itself. As Behçet walks the political line drawn by the pen of a militant columnist, every step he takes towards the morning of the 6th of September takes him farther away from his love. Elena, on the other hand, tries to break through the walls of a dead-end destiny drawn up by her grandmother.
Historic backdrop: Istanbul, September 6, 1955
The Istanbul Pogrom (a form of riot directed against a particular group), also known as Istanbul Riots or Constantinople Pogrom; was a pogrom directed primarily at Istanbul's Greek minority on 6–7 September 1955. A Turkish mob, most of which was trucked into the city in advance, assaulted Istanbul’s Greek community for nine hours. Although the mob did not explicitly call for Greeks to be killed, over a dozen people died during or after the pogrom as a result of beatings and arson. Jews and Armenians were also targeted. The pogrom was triggered by Greece's appeal in 1954 to the United Nations to demand self-determination for Cyprus.
Although I did not find the plot or the acting impressive, I felt that all in all it is a good thing that a Turkish director made a movie on the pogrom. Finally... The love and drama-drenched story-line was an absolute turn off. The politics and even the economics of the situation was totally dismissed. Most importantly, what this meant for either of the communities was not included in the movie. Some historical details (such as the media hype about the bombing of Atatürk's house in Thessaloníki) were left unexplained for the international audience.

Recommended only for Turkish and Greek audiences interested in the pogrom.

Here is the trailer...


3) I watched Soul Kitchen by Fatih Akin (right).
Awards:
Venice Film Festival 2009: Special Jury prize Best Director
Venice Film Festival 2009: Young Cinema award Best film


Plot Summary:
Zinos, a young restaurant-owner, is left by his long-term girlfriend Nadine. Zinos spends more time in the restaurant than with her, and she has just been offered a job in Shanghai.
Zinos, a young restaurant-owner, is facing the closure of his restaurant Soul Kitchen because of tax debts. On top of that his long-term girlfriend Nadine is leaving him for a job in Shanghai. In a desperate attempt to save his restaurant and make money to follow Nadine, he hires a new chef, the chef however refuses to serve the usual bratwurst and fish fingers for the his lower class costumers and devises his own menu.
In the three weeks before the closure of the Soul Kitchen pure anarchy breaks out: the chef cooks haute cuisine dishes, a new DJ gets the guests dancing after their meals, artists exhibit their work - and the guests like it. Rumours of the new cult hit Soul Kitchen spread fast around Hamburg. Still the closure hangs above his head and when he finds out the building is going to be torn down to make way for a shopping mall, he moves heaven and earth to get his Soul Kitchen back.
Soul Kitchen is about family and friends, about love, trust and loyalty and about the struggle to protect a place called home in an increasingly unpredictable world.
It's fun, it is well-done, and it is not an ambitious movie.
I enjoyed the funky mix of old Turkish comedies and the very German setting. I loved it that the Greek-German protagonist suffers throughout the movie from the most immediate problems of modernity: 1) not being able to get by simply by being creative and hard-working 2) back-aches. I liked the jokes and all in all, I enjoyed myself. Was it a "good" movie? It certainly did not aim at greatness, but I had fun. that should count! Especially in the midst of a terrible back-ache and a writer's block...

Recommended as a feel-good movie.

Here is the trailer...

Friday, March 12, 2010

Nükleer saldırı

Özgür Gürbüz / 12 Mart 2010

Türkiye'ye yönelik nükleer saldırı planı ortaya çıktı. Güneyden Ruslar, kuzeyden Koreliler taarruza geçtiler. Arkalarında destek aldıkları, çok bilinmeyenli nükleer anlaşmalarla geliyorlar. Memleket, 1986 yılında meydana gelen tarihin en büyük endüstriyel kazası Çernobil'den sonra bir kez daha radyasyon kuşatması altında.

Nükleer kuşatmayla beraber başlatılan, nükleer santrallere karşı duranlara yönelik karalama kampanyaları da, AKP hükümetinin artık klasikleşmiş "cadı avı" manevralarından bir olarak karşımıza çıktı. İç politikada işlerin iyi gitmediği şu günlerde, nükleer kozunu oynayarak oy toplamak isteyen hükümet, olayın iç yüzünü pek anlamayan halkın popülaritesini kazanmak ve yeni ticari rantlar peşinde koşuyor. Yandaş medya, bir yerden işaret almış gibi, başta Greenpeace (Yeşilbarış) olmak üzere nükleer karşıtlarına yönelik iftira kampanyaları düzenliyor. Yandaş medya dışında kalan basın-yayım organları da sindirilmiş durumda. Medyanın büyük bir bölümü, nükleer enerjinin ne gerçek maliyetini yansıtan rakamlara, ne de sık sık rastlanan kaza ve sızıntılara yıllardır yer vermiyor. Geçen Şubat ayında Kanada Nükleer Güvenlik Dairesi (CNSC) tarafından açıklanan, 217 nükleer santral çalışanının nükleer radyasyona maruz kaldığı haberini1 kaçımız duydu acaba? Kasım 2009 ayında, Bruce Nükleer Santrali'nin yenileme çalışmaları sırasında 217 işçinin alfa ışınlarına maruz kaldığını Şubat 2010'da açıklayan CNCS, olayla ilgili inceleme başlatırken, nükleer santrali işleten firma ise klasik bir açklama yaparak radyasyona maruz kalan işçilerin sınır değerlerin üzerinde doz almadıklarını söylemekle yetindi. CNCS Kanada'nın tarihindeki en büyük kitlesel radyasyona maruz kalma olayını araştırmaya devam ediyor. Ne kadarı örtbas edilecek göreceğiz. Tek bir gerçek var, o da santrallerin hala kaza ve sızıntı riski taşıdığı ve bu her ay birer ikişer ortaya çıkan kaza haberlerinin öncü depremler gibi büyük bir felakete işaret ettiği.

Turizm nükleer tehdit altında

Kanada'da olan biteni, Türkiye'de yaşayan bizlerin dünyadaki nükleer gelişmelerden nasıl habersiz bırakıldığını anlatmak için yazmadık. İşin başka bir boyutu daha var. Bugün Akkuyu ve Sinop'ta yapılması planlanan nükleer reaktörler hakkında yazılıp çizilenlere bir bakın. Kimse, güvenlik tedbirlerinden, denetlemenin hangi "bağımsız" kuruluş tarafından yapılacağından, atıkların ne olacağından, fay hattındaki Türkiye'de kurulacak reaktörlerin olası bir depremde, nasıl yönetileceğinden, terör tehlikesine karşı nasıl korunacağından, Akdeniz ve Karadeniz'de turizmin ne kadar zarar göreceğinden bahsetmiyor.

Bilgilendirme adeta tek parti dönemi gibi, bakanlığın verdiği mesjlardan ibaret. Enerji Bakanı Taner Yıldız'ın yaptığı açıklamalar, reaktörler şu kadar güçte olacak, şu kadar elektrik üretecekle ve bununla birlikte teknik değeri sıfır olan onlarca yanlış ve yanıltıcı bilgilerle dolu. Taner Yıldız, nükleer reaktörler kurulunca doğalgaza bağımlılığın azalacağını söylüyor. Eğer Sayın Bakan, kurulan reaktörlerden üretilen elektrikle evlerin ısıtılmasını planlıyorsa vay halimize! Isı enerjisinden elektrik üretip onu yeniden ısı enerjisine çevirmenin ne kadar verimsiz olduğunu, 58 nükleer reaktörü olan ve nükleer endüstriye her yıl milyarlarca dolarlık destek veren Fransızlar bile biliyor. 2007-2008 yıları arasında Fransa'da harcanan doğalgaz miktarı 45 milyar metreküp, Türkiye'de ise 35.2 Üstelik Fransa doğalgazın neredeyse yarısını ticarethane ve konutlarda yani ısınma amaçlı kullanıyor. Bizde bu oran yüzde 22 civarında.3 Bu açıklama, 2010 yılına gelmemize rağmen enerji verimliliğinden hiçbir şey anlamadığımızın bir göstergesi olarak da kabul edilebilir. Eğer Yıldız, nükleer reaktörler kurulduğunda mevcut elektrik talebimizin yarısına yakınını karşılayan doğalgaz santrallerini kapatmayı planlıyorsa, ki birçoğunun al ya da öde anlaşması var, kendisinden kapatılacak santrallerin adlarını ve hangi yıllarda bunu gerçekleştireceğini tek tek açıklamasını rica ediyorum. Hem özel sektör başına gelecekleri bilsin hem de bizler doğalgazdan kurtulma planının laftan ibaret olmadığını görelim. Uzun dönemli gaz alım anlaşmalarına imza atan BOTAŞ da, Nabuko'dan ülkeye gaz sağlamaya uğraşanlar da rahat bir nefes alır. Kaldı ki, tüm nükleer rönesans masallarına rağmen, Batı'da nükleer rekatörlerinin hala kömür, rüzgar ve doğalgaza yenik düşmesinin ardında " yüksek maliyet" diye adlandırılan bir gerçek var. Bu durumda hükümetinin çaktırmadan, "Size nükleer santral kuruyorum ama elektriğe de ciddi bir zam yapıyorum" dediğini alamamız mı lazım? Çünkü nükleer serbest piyasa koşullarında hala doğalgaz ve kömürden çok daha pahalıya elektrik enerjisi üreten bir kaynak. Bunu ben söylemiyorum, Citi Grup söylüyor.

Citi Bank da nükleer ekonomik değil diyor

"Yeni Nükleer – Ekonomi Hayır Diyor" başlıklı ve 9 Kasım 2009 tarihli araştırmalarında Citi Grup uzmanları, İngiltere'nin uzun yıllar sonra yeni santraller kurulmasına ilişkin aldığı kararın önündeki 5 ana risk alanına dikkat çekiyor. Planlama, inşaat, elektrik satış fiyatı, santralin işletimi ve nükleer atık sorunuyla miyadı dolan santralin söküm işlemleri, yatırımcının çözmesi gereken beş riskli nokta. Türiye'de bizzat Enerji Bakanı tarafından yapılan açıklamalarda veya sözkonusu yatırım için Kore ve Rusya ile işbirliği içerisindeki yerli şirketlerin demeçlerinde, bu sorunları nasıl çözeceklerine dair en ufak bir ipucu yok. Citi raporuna göre, nükleer reaktörün yapım maliyeti kurulu kilovat güç başına 2500 ile 3500 avro arasında değişiyor. Bu durumda, Sinop'a kurulması düşünülen 5600 MW'lık santralin bedeli ortalama 17 milyar avro oluyor. Raporda, bir nükleer reaktörün zarar etmemesi için üretilen elektriğin kilovatsaatinin piyasada en az 6,5 avro sentten satılması gerektiğine vurgu yapılmış. Türkiye'de bu rakama ve altnda üretim yapabilecek onlarca rüzgar ve jeotermal santrali kurulabilirken nükleerde ısrar neden? Yakıt teknolojisini elinde tutan 5 ülkeye bağımlı olmak için mi?

Finlandiya'da olduğu gibi, santralin inşasında olası bir gecikme bu fiyatı daha yukarılara çıkarabilir. 1600 MW'lık son teknoloji Olkiluoto reaktörü, dünyanın nükleer enerji konusunda bir numarası kabul edilen Fransız Avea tarafından 3 milyar avroya yapılacak ve 2009'un Mayıs ayında elektrik üretmeye başlayacaktı. 2004'te inşasına başlanan reaktör hala bitirlemedi. Şu anda reaktörün tahmin edilen maliyeti 5,6 milyar avro. Yapılan denetimler, inşa sırasında onlarca hata buldu ve bu hataların firma tarafından düzeltilmesi istendi. Yaklaşık 3 milyar avroyu bulan maliyeti üstlenmeyecek olan Finlandiyalı firma TVO ile AVEA tahkimlik oldular. Bütün Avrupa'nın konuştuğu bu olaylar yine Türkiye'de gazete sayfalarına ve televizyon haberlerine yansımadı. Citi'nin raporunda olası gecikmelerde maliyetin kim tarafından yüklenileceği soruluyor. Biz de soralım, inşaatı kim deneteyecek, olası maliyet artışları elektrik zamlarıyla bizim cebimizden mi yoksa firmadan mı çıkacak? Denetimi, Çernobil faciasında çayları gömerek ve yakarak önlem aldığını düşünen, ülkeye giriş ve çıkışı sorumluluğu altında olan radyoaktif izotopları İkitelli'deki hurdalıklardan toplayan TAEK mi yapacak? Hayatlarında batı standartlarında denetim görmemiş, ülkelerinde inşa ettikleri reaktörleri yine devlet kuruluşlarınca denetlenmiş(!) Kore ve Rus firmalarının, işi doğru yapıp yapmadığını santralde sızıntı olunca mı öğreneceğiz? Başından beri Korelilerin nükleer işi almalarını isteyen ve bu konuda birçok gezi ve toplantı düzenleyen TASAM adlı kuruluşun, "Güney Kore Nükleer Teknoloji İnceleme Gezisi" adlı yayınından bir alıntı yapalım. Kore'nin nükleer teknolojisini incelemek için düzenlediği teknik bir geziye katılan iki uzman arasındaki konuşmayı yorum yapmadan aktarıyorum:

"...Önder Bey uzun yıllar Uluslararası Atom Enerjisi Kuruluşu, IAEA'de çalışmıştı. Dünya'nın çeşitli yerlerinde güvenlik denetimlerine gitmiş. Hazır aklıma gelmişken sorayım dedim: 'Ya, Önder Bey; bu Koreliler reaktörlerini artık A'dan Z'ye kendileri yapıyor, %100'e varan verimle işletiyorlar. Güç arttırımlarına, ömür uzatmalarına filan gidilmiş. Koreliler sanki bu işi Japonya'dan bile daha iyi götürüyorlar. Çünkü orada ikide birde kazalar, sızıntılar filan oluyor. Hatta ölümler de oldu: Bu nasıl iş?'

Bir an durup düşündükten sonra, 'Japonlar daha açık bir toplum' dedi; 'bu konuda daha hassaslar, Hiroşima ve Nagazaki nedeniyle. Koreliler bazı şeyleri daha iyi gizliyor...' Hmmm, vay canına. Öyle ya; kadının ayağına basıp da kaçtıktan sonra, gittiği yerde hatasını anlatacak değildi tabii4

Hükümet,bazı bilim insanları tarafından verilen, "1-2 cente elektrik üretiriz" beyanlarına kanıp girdiği bu yolda, "ucuz nükleer" diye bir şey olmadığını görünce başka çözüm yolları aramaya başladı. En sonunda kendini soru şaretleriyle dolu Rus ve Kore teknolojisinin kucağına attı. Sadece çevresel ve ekonomik riskler tehdit altında değil. Kapalı kapılar ardında yapılan anlaşmalar, Türkiye'de oluşturulmaya çalışılan elektrik sektöründeki serbest piyasayı da derinden sarsıyor. Bir taraftan lisans başvurusunu iki yıl önce yapmış, teminat yatırmış rüzgarcıları bekleteceksin, güneş enerjisi yatırımcılarını bir köşeye iteceksin. Öte yandan, nükleer yatırımcılara 250 bin yıl radyoaktif kalacak atığı nereye koyacaksın diye sormayacak, araziyi bedava verecek, söküm işleri için sadece cüzi bir miktar almakla yetineceksin. Bakanlık, serbest piyasada nükleerin rakipleri karşısında çaresiz kalacağını bildiği için, santral yatırımında devletçi politika izliyor. Öte yandan termik santrallerin özeliştirmesine hazırlanıyor. Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu? AKP hükümeti, girdiği bu çıkmazdan, temiz enerjilerin önünü açacak yeni bir enerji plitikasıyla çıkarsa kimse hükümeti eleştirmez, tersine oy bile kazanabilir. Bu yolda gitmeye devam ederse, ekonomik ya da ekolojik bir kaza kaçınılmaz görünüyor. Aynı otobüsün yolcusu olmasak hiç umrumda olmazdı ama biz de bu otobüste yolcuyuz.

2Eurogas, Natural Gas Consumption report, 12 Mart 2009.

3Eurogas, Statsitical data of 2008.

4 Vural Altın, "Stratejik Rapor No:18", Güney Kore Nükleer Teknoloji İnceleme Gezisi, İstanbul, TASAM, 2007, s. 25.

Tuesday, March 09, 2010

after 12 long years of struggle,

Indian upper house approves women's quota bill

bbc, 9 march 2010

The upper house of India's parliament has approved a bill to reserve a third of all seats in the national parliament and state legislatures for women.

The bill was passed with 186 members of the 245-seat house voting in favour. Only one member voted against. Several smaller parties boycotted the vote.

The bill's introduction on Monday led to uproar from opponents, resulting in the suspension of seven MPs on Tuesday.

First proposed in 1996, the bill now has support from India's main parties.

...

The bill's passage through the upper house was marked by scenes of chaos after it was tabled on Monday.

Opposition Bharatiya Janata Party (BJP) leader Arun Jaitley, speaking in parliament on Tuesday, said the uproar was "one of the most shameful moments in India's parliamentary democracy".

Earlier, seven MPs had been forcibly removed from the upper house by security guards, after they refused to leave having been suspended for disorderly behaviour.

The MPs had shouted slogans, snatched papers from Vice President Hamid Ansari's table, torn them and thrown them at him.

read the rest of the analysis...