Thursday, October 29, 2015

Yeni Nepal’de değişime kadınlar öncülük ediyor

Son zamanlarda Güney Asya’nın birçok ülkesinde basın seçilmiş siyasetçilerden kanun-yapıcı (lawmaker) diye bahsetmeye başladı. Kelimenin kendisi yeni olmasa da milletvekili, meclis üyesi, ya da parlamenter gibi terimlerin yerini bu kelime aldıkça ‘yasayı yazan kişi’ vurgusunun artması kaçınılmaz. Belki de ‘siyasetçi’ kelimesine oranla daha temiz ve pozitif çağrışımlar yaptığından, bu değişim kadın siyasetçilerin devletin baş köşesinde yerlerini almaya başlamasıyla aynı zamana denk düştü. 1960lardan itibaren Hindistan’da Indira Gandhi, Pakistan’da Benazir Butto, Bangladeş’teyse 2009’dan beri hükümetin başında olan Şeyh Hasına Vecid ile özdeşleşmiş olan kadın başbakanlardan bahsetmiyorum. Kadınlar artık siyasetin her kademesine el atıyor, ve son zamanlarda da cumhurbaşkanlığı konusunda erkeklerin ‘tahtını’ sarsmaya başladılar. Hindistan’da 2012’ye kadar cumhurbaşkanlığı yapmış olan Pratibha Patıl ve Sri Lanka’da 2005’e kadar onbir sene cumhurbaşkanlığını sürdüren Chandrika Kumaratunga’ya dün de Nepal Komünist Parti lideri Bidhya  Bhandari eklendi. Günümüz demokrasisinin erkek-egemen dilinde yasama ve yargıdan ziyade yürütmenin erkle özdeşleştiğine dikkat edecek olursak bu iki değişim de doğru yönde gelişmeler olarak değerlendirilmeli.

Bidhya  Bhandari, 1961’de Bhojpur’da dünya geldi. Gençlik yıllarında solcu öğrenci birliklerine katıldıktan sonra 80lerin başında Marksist-Leninist Nepal Komünist Partisine üye oldu, ve ülkede komünizmi popüler kılan önemli siyasetçilerden Madan Kumar Bhandari ile evlendi. Madan Kumar o yıllarda Nepal Kralını seçimlerde karşısına çıkmaya davet ederek partisinin çok partili demokrasiyi önplana çıkarma çalışmalarına yeni bir renk kattı, ancak 1993’te birçok komplo teorisine sebep olan gizemli bir trafik kazasında hayatını kaybetti. O andan itibaren de Bidhya  Bhandari’nın siyasi kariyeri sürekli ve giderek etkin bir hal aldı ve o da bu süreçte kadınların eşitliği konusunu hem demokratik temsiliyet ve hem de sosyal haklar açısından ele alarak partisinin en önemli konularından biri haline getirdi. 2006’da kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın yasaklanması için verdiği kanun tasarısı kabul edildi, ve 2012’de Tüm Nepalli Kadınlar Birliğine başkan seçildi. Bu görevdeyken milletvekillerine %33 kadın kotası ve Cumhurbaşkanı ve/ya yardımcısının kadın olması uygulamalarının kanun haline getirilmesine önayak oldu. Nepal bugün pasaport ve kimlik kartlarında kadın/erkek/diğer kategorilerinin uygulanmasına dahi başlamış nadir ülkelerden.

240 sene monarşiyle yönetilen Nepal 2008’den beri federal demokratik bir cumhuriyet, ve cumhurbaşkanı meclis tarafından seçiliyor. Bhandari 214’e karşı 317 oyla ülkenin ikinci cumhurbaşkanı seçildi ve bugün yapılacak yemin töreni ile göreve başlayacak.

Yeni Anayasa ve yarattığı yeni sorunlar


Nepal 2001’de veliaht prens Dipendra kraliyet ailesinin dokuz üyesini kurşun yağmuruna tutup sonra da kendisini öldürdürüğünden beri önemli değişimler geçiriyor. Başa geçen erkek kardeşi Gyanendra 2006’ya kadar bastırmaya çalıştığı demokratik talepler karşısında önce parlamentoyu açmak zorunda kaldı, ardından da meclisin neredeyse tamamının aldığı kararla 2008 yılında tahtını kaybetti. Bir türlü üzerinde anlaşılamayan ve gecikmeli olarak yazılan yeni anayasa geçen ay yürürlüğe girdi. Eyalet sınırlarını yeniden belirleyen anayasa Nepal’in güneyindeki düzlük bölgelerde yaşayan Madhesi ve Tharu halklarında büyük bir hoşnutsuzluk yarattı. Dağlık bölgelerden tamamen arınmış kendi eyaletlerini parlementoda eşit temsil edilmenin önkoşulu olarak gören ve özyönetim talep eden binlerce Madhesi ve Tharu sokaklara dökülürken sivil ve polis kırk kişi protestolar sırasında hayatını kaybetti.

Nepal’in güneyi, dağlık kuzey eyaletlerden daha az gelişmiş ve ekonomisi tarıma dayalı bir bölge. Hindistan sınırında olduğu ve anadilleri de Nepali yerine Hindi olduğu için özyönetim talepleri Kuzey Nepaldeki siyasetçilerin çoğu tarafından ayrılıkçı siyaset gütmek olarak algılanıyor ve hatta kimi zaman uzun vadede Hindistan’a katılmayı hedeflemekle suçlanıyorlar. Hindistan’a katılım söylemi uzak görünse de böyle bir durum Nepal’deki büyük bir çoğunluğa Bhutan’a benzer dış ilişkileri resmi olmasa da gayri resmi bir şekilde Hindistan’a bağlı bir ülke haline gelme korkusu veriyor. Bir yandan sosyal ve siyasi açıdan uzun zamandır ezilen bu halkların eşitlik talepleri Nepal’in içinden ziyade dışında sempati topluyor. Diğer yandan, yeni anayasanın Nepallilerle evlenen Hindistanlılara seçilme hakkı tanımaması ve eyalet sistemini dağlık bölgelerin siyasetteki ağırlığını koruyacak şekilde yeniden düzenlemesi de işleri kolaylaştırmıyor.

Hindistan’la zorlu dönem

Protestolar sırasında normalde açık olan Hindistan sınırından geçiş yapılamaz oldu. The Guardian’ın 25 Eylül tarihli haberine göre özellikle gıda ve yakıt ticareti açısından kritik olan Birgunj sınırkapısı protestocular tarafından bloke edildi. Ancak Hindistan’ın yeni anayasal düzeni hoş karşılamadığı da sınırdan geçişleri kolaylaştırmayışı ve özellikle Nepal’in enerji ihtiyacını karşılamamak yoluyla hükümeti zor durumda bırakmasından anlaşılıyor. Nepal’in bazı kesimlerinde hastaneler ve okullar günlerdir elektrik kesintisi sebebiyle kapalı. Dörtyüzden fazla yakıt tankeri Nepal sınırında bekletilirken Hindu milliyetçisi Modi hükümeti yakıt ve enerji ihtiyacının Nepal’deki emniyet sorunları sebebiyle karşılanamadığını ifade ediyor. Nepalli siyasetçiler Hindistan’ı bağımsız bir ülkeyi içindeki ayrılıkçılara destek olmak suretiyle baskı altına almaya çalışmakla suçluyor. Karşı-yaptırım olarak da televizyonlardaki Hindi dilindeki bütün programlar yayından kaldırıldı. Yetkililer Çin’den enerji ihtiyaçlarının karşılanması için yardım istemeye karar verdi, ancak bunun bölgedeki güç dengeleri açısından ne anlama geldiği henüz belli değil: Çin kolaylıkla bu ihtiyacı karşılayabilir, ancak Hindistan’la bu konuda ve şu anda karşı karşıya gelmek isteyip istemeyeceği henüz belli değil. Ayrıca bu çözüm de başka zorlukları beraberinde getiriyor: Bahar aylarında meydana gelen deprem ve takibeden toprak kaymaları sonucu Çin ve Nepal arasındaki yollar kullanılamaz hale geldi. Yerel, ortak mülkiyetli, temiz enerji üretimi ise ancak depremden sonra Dünya Bankasının teşvikiyle başlatılmış ve henüz yalnızca 7200 aileye ulaşmış durumda.

Wednesday, October 21, 2015

Kanada’da Liberaller kazandı…

Kanada’da merkez sol eğilimli Liberal Parti seçimleri kazandı. Avam kamarasındaki tek Yeşil Partili milletvekili Elizabeth May yeniden seçilirken, Justin Trudeau liderliğinde seçimlere giren Liberaller, aldıkları %54.4 oranındaki oyla 184 milletvekili çıkartarak çoğunluk hükümeti kurmayı garantiledi. Neredeyse on senedir hükümette olan Muhafazakarlar ise yüzde on oy kaybederek ancak 99 milletvekili çıkartabildi. Eski Başbakan Stephen Harper’in bu yenilgi sonrasında parti liderliğinden ayrılacağı konuşulsa da  Muhafazakar Parti Kanada’nın ana muhalefet partisi olarak çalışmalarına devam edecek. Sonuçların en ilgi çekici yanı ise Trudeau ve Liberallerin yalnızca muhafazakarlardan değil neredeyse bir o kadar sandalyeyi de sosyal demokrat NDP (New Democratic Party, Yeni Demokratik Parti)’den almış olmaları.
Sosyal Demokratlar ve Muhafazakarlar Neden Kaybetti?
Sosyal demokratlar seçim çalışmaları başladığında anketlerde birinci parti görünüyordu. Politikaları uzun süredir halkın desteğini kaybetmiş olan Harper’in yeniden seçilemeyeceği zaten tahmin ediliyordu. Harper’in ekonomik politikaları Kanada’nın hazine borcunu artırırken, seçtiği aşırı muhafazakar söylemler ve gündemden düşmeyen (ve kimisi kanıtlanmış olan) yolsuzluk iddiaları hükümeti 2011’den beri yıpratmaktaydı. Vergi indirimi ve hazine borcu konusunda partiyi destekleyen muhafazakarlar özellikle sağlık sisteminin özelleştirilmesi ve emekli aylıklarının düşürülmesi konusundaki kararlara karşı çıkarken, kadın ve azınlık politikaları konusundaki gerici tutum da siyasi spektrumun her yanından tepki çekiyordu. Üstelik Harper’in Avrupa Birliğiyle imzaladığı Kapsamlı Ekonomik ve Ticaret Anlaşması (CETA) gerek çevre korumayı gerekse tarımsal üretimi sekteye uğratacağı endişesiyle eleştiriliyordu. Dolayısıyla Harper’in yeniden seçilmesine karşı olan ve karşısına çıkacak en büyük partiye stratejik oy vermeyi yeğleyen geniş bir seçmen kitlesi oluşmuştu. Bahsi geçen büyük partinin ana muhalefet partisi NDP olmaması, üstelik sosyal demokratların 59 sandalye kaybetmesi ise seçimlerin sürprizi oldu. Çünkü NDP gerek kadın hakları (özellikle maaş eşitliği ve kürtaj konularında) gerekse fosil yakıt sübvansiyonları ve vergi reformu konusunda, yani Muhafazakarların en çok eleştiri alan siyasi seçimlerinde, Harper’in izlediği siyaseti tersine çevirecek önerilerde bulunuyordu.
NDP’nin oy kaybında lideri Thomas Mulcair’in Avrupa’da Tony Blair’in liderliğinde başlamış olan ‘Üçüncü Yolu’ açıkça benimsemesinin etkisi olduğu söylenebilir. 2011 seçimlerinden sonra parti liderliğini üstlenen Mulcair, 2013’te parti tüzüğündeki sosyalist söylemleri değiştirerek bunları partinin geçmişten taşıdığı bir ‘gelenek’ olarak yeniden tanımlamıştı. Eskiden sol ile sağ arasında oy kayması daha zor ve nadirken ‘Üçüncü Yol’la birlikte bu geçişler giderek kolaylaştı. Takip eden senelerde de NDP gerek federal hükümette gerekse eyaletlerde hem emekçi ve yoksulların desteğini alacak küçük çaplı çalışmalar yapmış, hem de büyük şirketlerle karşı karşıya gelmekten özenle kaçınmıştı. Eyaletlerde çeşitli koalisyon hükümetleri kurmuş olan NDP’nin özellikle şehirli işçi sınıfının desteğini kaybettiği görülüyor. Tüm bunlar partinin kendi içindeki dinamikleri de etkilediği için seçimdeki yenilginin kısmi açıklamaları olarak ele alınabilir.
Tartışmaları son zamanlarda en çok etkileyen ise peçe konusuydu. Peçeyle vatandaşlık yemini etmek isteyen Zunera Ishaq’in mutlu sonla biten hikayesi süresince Harper takındığı anti-İslamcı tavırla tepki çekerken NDP Kanada’nın çoğulcu kültürüne değinerek ona özgürlükçü bir söylemle karşı çıktı. Bir yandan bu değerler Liberal lider Justin Trudeau’nun eski bir başbakan olan babası Pierre Trudeau’nun adıyla özdeşleşmiş olduğundan bu Trudeau’ya beklenmedik bir avantaj sağlamış olabilir. Diğer yandan kamu alanındaki dini simgeler konusunda Kanada’nın kalanına oranla daha hassas olan Quebec’de iki parti de hoşnutsuzluk yarattı: NDP’nin tutumu hassasiyetlerini görmezden geldiği için, Muhafazakarların söylemi ise açıkça onların hassasiyetlerini oya çevirmeyi amaçladığı için. Kanadanın iki bölümünün üzerinde ayrıştığı bir konu olarak başörtüsü de popüler siyasette gözler önüne serildikçe iki tarafı da yıpratan ve oy kaybına sebep olan bir bataklığa dönüştü.
Bu karışıma Liberal Partinin yakın tarihinden gelen bir sebep ekleyecek olursak belki Kanada’daki uzun süreli siyasi dinamikleri anlamamıza da yardımcı olur: Justin Trudeau’dan önceki son Liberal Başbakan, Paul Martin, hem pek popüler olmayan Kuzey Amerika Güvenlik ve Gönenç Ortaklığı Antlaşmasını (The Security and Prosperity Partnership of North America, SPP) imzalamış, hem de yolsuzluk skandallarına adı karıştığı için halk desteğini kaybetmişti. O zamana kadar Liberal Parti Kanadayı en uzun süre yönetmiş parti olduğu gibi, hükümet kurmadığı zamanlarda da 1860lardan itibaren istinasız ana muhalaefet görevini üstelenmişti. Diğer bir deyişle, Liberallerin üçüncü parti pozisyona düşmesi kısa süren bir istisnaydı, ve Harper karşıtlarının parti çevresinde birleşmesi de Kanadalıların artık Liberalleri cezalandırmaya son verdiği anlamına geliyor.
Trudeaumania
Ancak Justin Trudeau’nun seçimleri kazanmasındaki en önemli etken ne Muhafazakar Partinin ne de sosyal demokratların politikaları: Bunların hepsinden önemli olan Liberallerin Trudeaumania adını verdikleri fenomen. Trudeaumania, ilk defa Justin’in babası Pierre Trudeau’nun 1968deki seçimlerde yarattığı sansasyona ithafen kullanılmıştı: Karizması, hitabetteki başarısı ve medya karşında olağanüstü rahat tavırlarıyla karşıt-kültürden etkilenen gençleri yanına çeken Pierre Trudeau, başbakan olduktan sonra da Kanada için bütüncül bir kimlik oluştururken eşcinsellerin eşitliği, kürtaj ve oyverme yaşı gibi konularda zamanı için gayet ilerici politikalar izlemişti. Justin Trudeau hayatının büyük bir kısmını medyanın gözleri önünde geçirmenin de avantajıyla aynı rahatlığı kameralar önünde sergilemeyi başarıyor. Geçen sene yayınlanan otobiyografisinde babasının ‘devlet adamı’ imajından uzak dururken ailedeki bir başka siyasetçiye, anne tarafından büyükbabası olan James Sinclair’in anısına işaret ediyor. Diğer yandan kitabın adını Ortak Zemin koyarak Kanadayı birleştirecek söylemlerin çoğunu popüler kılan babasına da referans veriyor. Kısacası, markasını iyi kullanmayı biliyor.
Seçim sonuçlarının açıklanmasından hemen sonra yaptığı konuşmada Trudeau, son on yıldır uluslararası arenada Kanada’nın yapıcı ve merhametli sesini kaybettiğini düşünen tüm dünyadaki ‘dostlarına’ seslenerek “Geri Döndük!” dedi. Bahsi geçen bu eski/yeni uluslararası siyasetin ilk işaretleri şöyle özetlenebilir:
-    İklim değişikliği konusunda Aralık ayında yapılacak Paris Zirvesinden önce eyaletlerle de anlaşarak (2011’de Kyoto’dan çekilen Harper Hükümetine oranla) daha proaktif bir siyaset izlemek (Diğer yandan Alberta-Texas arasında yapılması planlanan Keystone XL boruhattını desteklediğini de hatırlatmakta fayda var);
-    Kanada’nın Ortadoğu’daki askeri gücünü azaltmak ve eğitim amaçlı hizmetler dışında geri çekmek;
-    İlk etapta 25,000 Suriyeli mülteciye Kanada kapılarını açmak.
Yeni Başbakan mütevazı bir bütçe açığını öngören gerçekçi ve umutlu ekonomik planı ve yerli halklarla eşitlik bazında görüşmelere başlama vaadi ile Kanadalıların oylarını almayı başardı. Bunun yanı sıra marihuanayı legalize etmek ve ilk yüz iş günü içinde vergi reformu yapmak gibi sözler veren Justin Trudeau’nun ilk etapta Kanada yerlisi bin kadının kaybolması (ve/ya katli) üzerine yeni bir araştırma başlatması, ötenazi konusundaki hukuki bulanıklıkları gidermesi, ve seçim sisteminin iyileştirilmesine başlaması gerekiyor.