Tuesday, December 27, 2011

GDO'lar serbest birakildi, bilgilenme hakkimiz cigneniyor...

Türkiye Yem Sanayicileri Birliği Derneği İktisadi İşletmesi, Beyaz Et Sanayicileri ve Damızlıkçıları Birliği Derneği İktisadi İşletmesi (BESD-BİR) ve Yumurta Üreticileri Merkez Birliği'nin (YUM-BİR) yemlerde kullanım amacıyla başvurdular ve 24 Aralık günü Biyogüvenlik Kurulu 13 mısır çeşidine, yani Bt11, DAS1507, DAS59122, DAS1507xNK603, NK603, NK603xMON810, GA21, MON89034, MON89034xNK603, Bt11xGA21, 59122x1507xNK603, 1507x59122 ve MON88017xMON810'a onay verdi. 


bu yemleri kullananlar etiketine yazmayacaklar ürettikleri ne tavuğun ne yumurtanın ve ne de etin.. 


siz oysa bilmek istersiniz, değil mi? 


biz de bir seri kartpostal hazırladık size, süpermarketlerde en çok yer alan tavuk ve yumurta üreticilerinin tüketici hattı numaralarını paylaşmanız ve telefon açıp sormanız ve onlar da sorsun diye dost ve akrabalarınızla paylaşın diye... bilmemek, büyük zarar doğurabilir ileride. bilmiyordum demeyin. sorun. GDO'lu yemlerden kullanıyor mu, alıştığınız, güvendiğiniz markanız? sorun. seçiminizi bilmeden değil, bilinçle yapın.






süpermarketlerde yaygın satılan markaları seçtik, gözümüzden kaçan herhangi bir marka varsa lütfen uyarın, derhal çalışmasını tamamlayalım süt ve süt ürünleri üreticileri ikinci bir dosya olarak bugün içinde iletilecek. ilginize..





Monday, October 10, 2011

Prenses'e mektup


(Bu mektup prensesemektuplar.com icin yazilip ilk orda yayinlandi.)

Kötü bir haberim var prenses...
Geçen ayın sonunda Hella Haasse’yi kaybettik. 1948’den beri yazmakta olduğu romanlarla Hollanda’da edebiyatın kraliçesi olarak anılan bu güzel kadınla seni tanıştırmak istedim dolayısıyla... Yanlış anlama: hayat hikayesini yazacak değilim bu mektupta. Yalnızca Hollandalıların zamanında Batavia adını verdiği bir sömürgesi olan şimdinin Jakartasında 1918’de doğduğunu bilsen yeter. Çünkü hayatının ilk yirmi senesini geçirdiği Endonezyayı ve Hollandayla Endonezyanın içiçe geçmiş tarihini  yeni nesile aktarmadaki başarısı daha ilk romanlarından itibaren onu meşhur ve önemli bir yazar haline getirmiş. İkinci Dünya Savaşının sonunda Hollanda ister istemez (daha doğrusu pek de istemeyerek) sömürgelerini  terk ettiği sırada yazdığı Oeroeg biri Hollandalı diğeri Javalı iki çocuğun arkadaşlık kurmasının mümkün olup olmadığı üzerine kurulu, ve Haasse’nin doğup büyüdüğü Java adasındaki Telaga Hideung Gölünün çevresinde geçiyor (resme bak):
 
‘Oeroeg arkadaşımdı. Çocukluğumu ve gençliğimi ne zaman düşünsem istisnasız onun hayali gelir gözümün önüne. Üçü on kuruşa satılan, yapışkanlı yüzeyinin altındaki çizgi kahramanı kazıyarak gün ışığına çıkarttığımız oyun kartları gibi bir hatıra...’
Bu cümleler bence Haasse’nin yeniden ve yeni bir dünya için kurmaya başladığı tarihi kurgu akımına yaklaşımını en açık ve yine de estetik şekliyle ortaya koyuyor.

1992 yılında yayınlanan meşhur romanı Heren van de Thee (Çayın Efendileri) ise uluslararası bir kült haline gelmiş. Haasse’nin bu romanı kurgularken okuduğu mektup ve döküman sayısı bir nevi şehir efsanesine dönüşmüş olsa da bir kaç sene önce İngilizceye çevrilmiş olan bu romanı okumak 19. ve 20. Yüzyıl Asyasındaki siyasi ve tarihi dinamikleri anlamak açısından sonsuz faydalı olmuştu benim için. Fakat faydası bir yana Haasse sömürgelerdeki dinamikleri kendi zamanının meşhur yazarlarından farklı olarak (örneğin Harry Mulisch, Willem Frederik Hermans ve Gerard Reve’den oluşan ‘Büyük Üçlü’nün aksine) kışkırtıcı olmadan, bulundukları yerden yaşadığımız zamana ayna tutan karakterler yaratmak suretiyle yazdı.

Daha sonra Fransa ve Hollanda’da yaşayan Haase’nin eserleri de giderek Avrupa tarihine odaklanır. Dolayısıyla Hollanda’ya kendi geçmişine dönüp bakabilmesini sağlayan tutacaklar hediye etmenin yanısıra Haasse bugünkü Avrupa’yı anlamak için hatırlanması ve yeniden yazılması gereken kimi hikayeler olduğunu da ortaya koyar.  Benim de en çok hoşuma giden ve neredeyse asabi bir sabırsızlıkla yarı okuyup yarı yuttuğum Haasse romanları Ortaçağ Avrupasıyla ilgili olan bu grup. Örneğin Orléans Dükü Charles’ın karmaşık hayat hikayesini anlattığı Het woud der verwachting (Bekleyişin Gücü)... Ya da İtalya’nın en karizmatik ve gizemli karakterlerinden Giovanni Borgia’nın içiçe geçmiş siyasi ve ailevi hayatını anlattığı De scharlaken stad (Kızıl Şehir: Bir 16. yy. İtalyası Romanı)... Benim gibi Avrupa tarihine formel eğitiminde karikatür niteliğinde yer verilen birisi için Ortaçağ Avrupasındaki siyasi düzeni anlatan bu romanlar aklımdaki bölük pörçük imgeleri yerleştireceğim bir çerçeve çizdiler. Muhtemelen senin ailenin tarihine de değiniyordur bu romanların birinde... Elbette Avrupa’nın bugünkü sınırlarının kurgusal tarihini yazdığı bu romanlar Haasse’ye uluslararası ün de kazandırmış. Hayatı boyunca almış olduğu yirmiye yakın ödüle ve adını verdikleri bir de astroide dönüşmüş bu ün...

Karanlıkta beklemek...
Beni Haasse ile tanıştıran dostumla ölümü üzerine sohbet ederken çıktı sana bu mektubu yazma fikri. Buralarda edebiyat üzerine yazan çizen herkes kendince Haasse’ye dair bir iki şey karaladı da şu ara biz de kendimizce ne açıdan özel olduğunu tartıştık bir nevi...
Haasse’nin romanlarında önemli bulduğum ve edebiyatta genellikle eksikliğini hissettiğim iki özellik yanyana geliyor: Birincisi karanlıktan korkmamak. Karmaşa, akıl karışıklığı, mistik olan, açıklanamayan, elde edilemeyen, sahip olunamayan hep mevcut Haasse’nin romanlarında. Bunlar ne büyülü gerçekçilikte olduğu gibi kendilerine ait bir dünya ve mantık(sızlık) içerisinde hareket ediyorlar ne de realizmde olduğu gibi yok sayılıyorlar. Ordalar. Açıklanamadan, hayatımızı etkilemelerine rağmen üzerinde neredeyse hiç bir kontrol kuramadığımız ancak yine de yadsıyamadığımız bir gerçeklikle ordalar. Tarihle içiçe geçtiğinde bu yaklaşımın gücü tahmin edersin ki olağanüstü estetik bir klasisizme varabilir. Ancak Haasse’nin harika bir netlikle ortaya koyduğu gibi başarılı romanlar başarılı insanların hayatını konu almaz -dolayısıyla karmaşa ve karanlık hep orta yerinde hayatımızın ve hikayelerimizin.

Haasse’nin kadınları
İkincisi de kadın karakterleri. Yanlış anlama prenses, Haasse’nin ana karakterlerinin büyük bir kısmı erkek (ki ben erkeklerin kadınlar tarafından anlatılması ve aktarılmasını da çok önemsiyorum ve özlüyorum çağdaş edebiyatta). Ancak kadın karakterleri ayrıca bir ilginç: Herşeyden önce elbette güçlü kadınlar bunlar ancak yaşadıkları hayatın içinden gelen mecburiyetleri, ihtiyaçları ve dinamikleri var. Özgürlükçü ve kışkırtıcı bir feminizm ile kendine özgü karakterler yaratmaktan ziyade temel modelleri ele almış Haasse. Anne olmanın, kızkardeş olmanın, kadın olmanın, aristokrat olmanın vs vs ne demek olduğunu bu temel modelleri yapı-bozuma uğratarak değil de hikayelerindeki kadınların nasıl güce ulaşmakta kullanabilecekleri tek yol olduğunu anlatmış. Doğasına aykırı davranarak, ya da doğasına uygun olanı seçerek güçlenmiyor Haasse’nin kadınları. Bu gibi çığırtkan bir feminizme asla başvurmuyor yazar... Aksine insan olmaya çalışmakla meşgul oldukları oranda kendilerini tanıyıp bu iç hesaplaşmayla güçleniyorlar. Belki de bu açıdan Haasse’nin feminizmi sembolik/mitik bir kaynaktan akıp geliyor: Ortaçağ Avrupasında sık sık karanlıkla özdeşleştirilen ‘kadın’ ancak kendi içine bakıp bu aydınlığı dışarı yansıtmak suretiyle kahramanlaşabiliyor.

Ya da kendi deyişiyle:
‘İlk başta karanlık görünen şeylerin açık ve sabırlı bir zihne zamanla saydam ve aşikar hale geldiğini tecrübelerim bana öğretti.’

Karanliga bakmaktan korkmaman dilegiyle,
Aysem, Eric

p.s. Hella artık bir yıldız. :)
 

Thursday, September 29, 2011

In memory of Wangari Maathai (1940-2011)


“Karşı karşıya olduğumuz sorunlarla sürekli bir şekilde bombardıman altında olduğumuz için kendimizi tamamen bunalmış hissettiğimizde, sinek kuşunun hikayesini hatırlarım.  Dev bir ormanda büyük bir yangın çıkmış. Ormandaki bütün hayvanlar kaçışmışlar ve ormanın yanmasını üzüntü içinde seyretmeye başlamışlar. Kendilerini son derece tükenmiş, çaresiz ve güçsüz hissediyorlarmış. Küçücük bir sinek kuşu hariç. Sinek kuşu, ‘bu yangını söndürmek için bir şeyler yapmalıyım’ demiş ve en yakındaki dereye gidip gagasına bir damla su almış, sonra ormana kadar uçup yangının üzerine bırakmış. Olabildiğince hızlı bir şekilde bir aşağı, bir yukarı uçup, damlaları yangının üzerine bırakıyormuş. O sırada bütün diğer hayvanlar çaresiz bir şekilde yangını seyrediyorlarmış. Aralarında kocaman hortumlarıyla çok daha fazla su taşıyabiliecek filler bile varmış. Sinek kuşuna sormuşlar: ‘Ne yapabileceğini sanıyorsun ki? Sen küçük bir kuşsun, bu yangın ise dev gibi. Seni kanatların küçücük, gagan minicik. Her seferinde ancak bir damla su taşıyabilirsin.” Onlar cesaretini kıracak sözler söylemeye devam ederken, sinek kuşu hiç vakit kaybetmeden uçmaya, yangını söndürmek için gagasıyla su taşımaya devam etmiş. O arada da dönüp diğer hayvanlara cevap vermiş: ‘Yapabileceğimin en iyisini yapıyorum.’ Bence hepimizin yapması gereken de işte bu. Her zaman o sinek kuşu gibi olmalıyız. Çok önemsiz bir insan olabilirim, ama hiçbir zaman gezegen tükenirken durup seyreden o hayvanlar gibi olmak istemiyorum. Ben sinek kuşu olacağım, elimden gelenin en iyisini yapacağım.”

Monday, September 19, 2011

Sunday, September 18, 2011

TIME.com: Israel at 60


I've come across a list, developed by Time.com in 2007, wherein 12 thinkers, writers and statesmen on how Israel will respond to its challenges over the next 60 years. Sadly, the only one worthy of blogging is that of Daniel Barenboim, the Internationally celebrated Israeli maestro...


For Israelis and Palestinians to live together, there are two possibilities: One is two states; the other, a bi-national state. A bi-national state is totally unacceptable to Israelis, because it would mean the end of the Jewish state. The two-state solution is becoming increasingly impossible because of the settlements. I'm pessimistic in the short term because I see neither of the two solutions actually working today.Thousands of Israelis go to bed at night and dream that they wake up in the morning and the Palestinians won't be there. And it's not going to happen. And thousands of Palestinians go to sleep at night dreaming they wake up in the morning and the Israelis will not be there. It's not going to happen, either.
I believe in the right of the Jewish people to live there. The Zionist idea was not meant to be an idea of a conquering nation that holds on to conquered territory for over forty years and builds settlements. If Israel is to be a state for the Jews, why hold on to territory where there are no Jews and artificially put them there, in settlements?
I find a carefree celebration of 60 years totally out of place. Jewish blood, Israeli blood runs through my veins, but at the same time my heart also beats for the Palestinians.
The rest of the list is here

Monday, September 12, 2011

Unknown Klimt discovered in Dutch house

© 2011 AFP


"A previously unknown painting by Austrian artist Gustav Klimt has been discovered in a private home in the Netherlands, Austria's Standard newspaper reported.
The 90 centimetre (35 inches) by 90 centimetre work was assessed by Alfred Weidinger, deputy director of Austria's Belvedere museum, which holds the world's largest Klimt collection, Standard said its Saturday edition.
The landscape, called "Seeufer mit Birken" (lakeside with birch trees) was painted in 1901. The Dutch owner told the paper that his ancestors bought the work at an exhibition in the western German town Duesseldorf in 1902.
Klimt (1862-1918) was a symbolist painter who also gained prominence for his sketches."

Gustav Klimt was born in Baumgarten, near Vienna in Austria-Hungary. Klimt became one of the founding members and president of the Wiener Sezession (Vienna Secession) in 1897 and of the group's periodical Ver Sacrum ("Sacred Spring"). He remained with the Secession until 1908. The group's goals were to provide exhibitions for unconventional young artists, to bring the best foreign artists' works to Vienna, and to publish its own magazine to showcase members' work. Klimt's 'Golden Phase' was marked by positive critical reaction and success. Many of his paintings from this period used gold leaf; the prominent use of gold can first be traced back to Pallas Athene (1898) and Judith I (1901), although the works most popularly associated with this period are the Portrait of Adele Bloch-Bauer I(1907) and The Kiss (1907–1908).

Thursday, September 01, 2011

News from the lowlands...

Multiculti-Dutch, yes, but not in my backyard

Non-immigrant Dutch people say they want their children to grow up in a multicultural society, but would actually prefer their own kids to live in a white neighbourhood and go to a non-mixed school.
This is the conclusion of research carried out by the monthly magazine . A cross-section of parents, 588 in all, were interviewed for the piece.
The magazine says 80 percent of the Dutch-background parents acknowledge the advantages of growing up in a society made up of different cultures. However, 57 percent worry about the position of their white children in a mixed-race society.

Free speech - no thanks!

The debate about freedom of speech has become increasingly incendiary in the wake of the Norway attacks. Freedom of speech is seen as a cornerstone of modern democracy. Not just Norway itself, but also the Netherlands is now wondering where the balance lies between fear of inciting violence and the right to express controversial opinions.

"Tofik creates a breeding ground for violence against Geert Wilders. Exterminate that Moroccan insect!"
That's a recent tweet by an anonymous activist under the name Stop Left. It was a response to the call by Green Left MP Tofik Dibi for a debate in parliament on the implications for the Netherlands of last month's attacks in Norway. The person who carried out the attacks, Anders Breivik, cited Dutch politician Geert Wilders as one of his inspirations. Dibi is pressing charges against Stop Left for inciting violence.
The threatening tweet illustrates how incendiary the debate about freedom of speech has become in the wake of the Norway attacks. As freedom of speech is seen as a cornerstone of modern democracy, the Dutch now ask: Where does the balance lie between fear of inciting violence and the right to express controversial opinions?

First Amendment for the Netherlands?
In fact, the Dutch debate about the limits of free speech was already heated before the Norway attacks. In June, Wilders was acquitted on hate speech charges, a verdict that has changed the legal landscape, making prosecutions under the current hate speech laws more difficult.
Wilders, leader of the Freedom Party and a partner of the current minority government, now wants to scrap the hate speech law altogether. He is preparing a constitutional amendment for the Netherlands - similar to the US Free Speech First Amendment - which would vastly expand the rights to free speech.
'Hate palaces'
True to form, Wilders did little to moderate his speech in the wake of the Norway attacks. After condemning the violence, and calling it a "slap in the face for the global anti-Islam movement", he later went on to reiterate his call to fight perceived Islamification.
"We have too much mass immigration from Muslim countries and too many hate palaces - [Labour Party leader Job, ed.] Cohen calls them mosques, I believe. Immigrants are still over-represented in crime statistics. Enough is enough."
Wilders does not advocate violence. But many have questioned whether he contributes to a climate that encourages violence against Muslims or immigrants. Then came this summer's double whammy: Wilders' vindication in court for what even the chief judge called "gross and denigrating" language and then, just four weeks later, Anders Breivik killing 77 people in Norway.
In his ‘manifesto' Breivik praised the Netherlands and quoted Wilders several times. Some feel it is time to reign in freedom of speech.
Under attack
But the fear of violence is not limited to one side. Wilders has been under 24-hour protection since another violent incident back in 2004, which brought the freedom of speech debate to the fore: the murder of Theo van Gogh.
Van Gogh, one of the most outspoken public figures in the Netherlands, was killed by a young Muslim ostensibly in the name of religion. His murder was widely perceived as an attack on freedom of speech.
Wilders, and former Dutch MP Ayaan Hirsi Ali, another outspoken critic of Islam, both refused to be silenced at the time and have continued to voice their opinions in spite of repeated threats on their lives.
Divisive
Since the murder of Van Gogh, Geert Wilders and his followers have been pushing the boundaries of freedom of speech. Partly as a consequence, freedom of speech has gained even more importance as a perceived fundamental right among the Dutch public. This comes at times at the expense of freedom of religion, and the rights of minorities, rights traditionally seen as a cornerstone of ‘tolerant' Dutch society.
The new parliamentary year gets underway in just a few weeks. Wilders will seek to expand freedom of speech in the Netherlands, while Tofik Dibi and others will question whether things haven't already gone too far. With the events in Norway hanging as a dark cloud on the horizon, the debate over free speech is as divisive as ever.

RNW/ John Tyler

 

Wednesday, August 17, 2011

BASIN TOPLANTISINA ÇAĞRI


Kürt Sorunu’nda yaşanan son gelişmeleri değerlendirmek ve yurttaşlık görevimizi yerine getirmek üzere Türkiye barış Meclisi, bir grup akademisyen, yazar,  sanatçı ve barış aktivistiyle acil barış çağrısı yapmak üzere birlikte basın toplantısı düzenliyor.
Basın toplantısında aramızda kuruluşunuzun temsilcisini de görmek bizleri memnun edecektir.
Gerekli duyarlılığı göstereceğinizi umuyor çalışmalarınızda başarılar diliyoruz.
Türkiye Barış Meclisi Sekretaryası
 
Basın Toplantısının:
Tarihi: 18.08. 2011
Saati: 11.30
Yeri: Cezayir Lokantası toplantı salonu
  Hayriye Caddesi No: 12 Galatasaray/Beyoğlu
 
İletişim: Gülten Uçar
Cep:  0 533 45705 93
 

Wednesday, July 06, 2011

Assange: Sıra CIA ve New York Times'ta


Watch live streaming video from democracynow at livestream.com

Kaynak: T24.com.tr
Ünlü araştırmacı gazeteci Amy Goodman, Democracy Now adlı bağımsız haber ve yorum programında son yılların en tanınmış Marksist filozofu Slavoj Zizek'le WikiLeaks'in kurucusu Julian Assange'ı buluşturdu. Radikal gazetesi'nde yer alan özet çeviriyi sunuyoruz.
Katılımcılar ‘sabıkalı’, mesele de ‘çok tartışma yaratacak, hassas bir konu’ olunca, Londra’da yapılacak oturuma ev sahibi bulunana kadar iki mekan değiştirildi. En sonunda Goodman, Assange ve Zizek, 2 Temmuz Cumartesi günü, Troxy Tiyatrosu’nda seyircileriyle buluştu. İşte iki saatlik hararetli oturumun özeti...
Goodman: WikiLeaks, şüphesiz dünyayı değiştirdi. Yayımlanan belgeler sonrasında büyükelçiler istifa etti, skandallar patladı, hükümetler de bilgisayar sistemlerini korumak için paçaları sıvadılar. Ortadoğu ile Kuzey Afrika’da demokrasi yanlısı ayaklanmaların başlamasında WikiLeaks’in önemli bir rol oynadığını düşünenlerin sayısı da az değil. ABD’nin Irak ve Afganistan savaşlarının iç yüzünü ortaya seren gizli belgelerle çok ses getiren site, en sonunda ABD Dışişleri Bakanlığı’nın iç yazışmaları niteliğindeki gizli ‘Cablegate’ belgelerini yayımladı. Julian, 2007 yılından başlayalım. Neden Irak savaş belgelerini yayımladın? Senin için önemi neydi bu belgelerin?
Assange: Bence gerçek bir uygarlığın ölçüsü, halkın olup bitenden ne kadar haberdar olduğudur. Bizi yöneten kurumların karar mekanizmalarını anlamak için içlerinde neler döndüğünü bilmemiz, dahası karar verme süreçlerinin belgelenerek tarihe geçmesi gerekli. Günümüzde bunun çok eksikliğini çekiyoruz, aslında her birimizin kaderini belirleyen birtakım gizli kapaklı kararlardan, bu kararların neden ve nasıl verildiğinden bihaber yaşıyoruz. Yayımladığımız Irak belgeleri, Irak’ın son 20 yıllık tarihine dair bulabileceğiniz en önemli kayıtlardı. Bu dosyaların içinde Amerikan askerleri tarafından öldürülen ve Irak’a bildirilmeyen 15 bin Iraklıya dair bilgi var. 11 Eylül’de hayatını kaybeden insan sayısı ile Irak’ta Amerikan askerleri tarafından öldürülen insan sayısı kıyaslandığında durumun vahameti ortaya çıkıyor.
Zizek: Bazı arkadaşlarım WikiLeaks’e kuşkuyla yaklaşıyor, ‘Yeni ne öğrendik ki?’ diyorlar. Şöyle bir örnek vermek istiyorum: Kocası tarafından aldatılan bir kadının bunu birinden duyduğunu düşünün. Bir de kocasının o kadınla sevişirken bir resmini gördüğünü... Hangisi daha etkili? Şimdi gerçek hayata dönelim: hatırlayın, bir kaç yıl önce Srebrenitsa katliamı sırasında Sırpların Boşnak mahkumları vurduğunu gösteren bir video çıktı ortaya ve bir anda herkes şok oldu. Aslında yeni bir şey öğrenmemiştik. İşte bildiğini sanmakla gerçekten bilmenin ve anlamanın farkı. Bu pis işlerden sorumlu devlet görevlileri bize ‘Evet, orada bazı istemediğimiz şeyler oluyor ama niyetimiz iyi’ dediği zaman gerçekten o kadar uzaklaştırıyorlar ki bizi. Birtakım soyut söylemlerle halkı bilgilendiriyormuş gibi yapıyorlar, örneğin işkenceyi meşrulaştırıyorlar. İşte WikiLeaks bunu değiştirdi. Julian, Marksistlerin tabiriyle ‘burjuva basın’ın bizim neyi öğrenip neyi öğrenemeyeceğimizi belirleyen diktelerini yıkıyorsun. Çok daha radikal bir şey yapıyorsun.
Goodman: Julian, Bank of America ile ilgili belgeleri yayımlayacak mısın?
Assange: Şu an tehdit altındayız ve oldukça zor bir durumdayız. Bu da belgeleri şu anda yayımlamamızı engelliyor. Ne çeşit bir tehdit altında olduğumuzu açıklarsam eğer durumu daha da zorlaştıracak.
Goodman: Peki bugün WikiLeaks’in geldiği noktadan memnun musun?
Assange: Tabii ki memnunum, nasıl olamam ki? Yolun daha başındayız ama. Daha CIA için, New York Times gazetesi için belgelere ulaşmamız lazım örneğin. NY Times editörleri hangi hikayeleri sansürlemiş bakalım? Neden? Bunları da konuşmamız lazım. ‘İfade özgürlüğü’ benim için tek başına hiçbir şey ifade etmiyor. Biri uzayda çıkmış konuşuyor ama duyan yok, neye yarar? Önemli olan iletişim özgürlüğü. Bu bence medeniyetin temelini oluşturuyor. Halkın bilgilenmesi, onu etkileyecek kararlar hakkında söz hakkı kazanması demek çünkü. Yapılan her şeyin belgelenmesi lazım. Göremediğiniz, okuyamadığınız bir belge aslında olmayan bir belgedir.
Goodman: Tunus ve Mısır’da başlayarak ve tüm Arap dünyasına yayılan ‘Arap baharı’nda etkisi nedir WikiLeaks’in?
Assange: Arap dünyasındaki etkimizde yayımladığımız bilgilerden daha önemli olan şey, halkın artık kendilerini yönetenlerin neyi bilip neyi bilmediğini öğrenmesiydi. Yaydığımız bilgiler artık ABD’nin, Fransa’nın Binali rejimini desteklemesini imkansız kıldı. Daha sonra, 26 yaşında Tunuslu bir bilgisayar mühendisinin kendisini yakarak öldürmesi ise bu fikirleri duygulara çevirdi. Herkes sokağa döküldü ve Arap Baharı işte böylece başladı. El Cezire’nin ve uydu kanallarının önemi de yadsınamaz tabii. El Cezire, sokaklardaki protestoları görünür kıldı. En önemlisi de oradaki halkın birbirini görmesiydi. Hükümet, çoğu zaman protestoları, ayaklanmaları ‘bunlar küçük kışkırtmalar, birtakım marjinaller’ diyerek önemsizleştirmeye çalışır. Medya da bu ‘marjinal’ sesleri sansürler, bastırır ve hükümetin görüşünü bu şekilde desteklemiş olur. Ama bu görüntülerin televizyonlara yansıması ayaklanan halka azınlık değil çoğunluk olduklarını gösterdi. Bunun Tahrir gibi görünülür bir meydanda yapılması da bu etkiyi kuvvetlendirdi. Bloglar da aslında buna katkıda bulunuyorlar. Çoğu zaman blog yazarlarını yeni bir şey söylemedikleri, tartışmaya bir şey eklemedikleri için eleştiriyorum. New York Times’ın ilk sayfasından bir haberi alıp bloglarına koyuyorlar, altına da katılıyorum veya katılmıyorum yazıyorlar. Ama en azından fikirlerini belirtiyorlar. Yani alternatif seslerin birbirini bulması, birbirinin varlığından haberdar olması açısından önemli bir işlevleri var. Aynı Tahrir Meydanı gibi, görünülürlük kazandırıyorlar mücadeleye.
Zizek: Ama Batılı entelektüeller hâlâ bunu görmeyi reddediyorlar. İşte, istediğiniz oldu! Arap dünyasından hiç beklenmeyen, seküler bir başkaldırı! Bu bana komik bir hikayeyi hatırlatıyor: bir adam, tavlamak istediği güzel bir kadının peşinden koşturuyor. En sonunda kadınla bir göl kenarında baş başa kalıyor. Lütfen, hadi, nolur derken kadın en sonunda ikna oluyor ve düğmelerini açmaya başlıyor. Bu sefer adam afallıyor: ‘Nasıl yani? Bu kadar basit miydi her şey?’ İşte biz de aynen böyleyiz. Batı dünyasının ikiyüzlülüğü ortada! WikiLeaks, işte bu noktada çok önemli bir rol oynuyor. Çünkü artık kanıtları, belgeleri herkesin gözüne sokuyor, bilmiyormuş ayağına yatmamızı engelliyor. Gerçekleri kimsenin göz ardı edemeyeceği bir hale getiriyor.
Assange: Uzun zamandır fırtınanın dışında değil, içindeyim. Bu süreçte gördüğüm en önemli şey hükümetlerin nasıl işlediği değil, tarihin medya tarafından nasıl şekillendirildiği ve çarpıtıldığı. Bu, toplumların gelişme ve ilerlemesinin önündeki en büyük engel. Ama bu artık değişiyor. Yeni jenerasyon, internet çağında yetişiyor. Ana akım medyanın çarpıttığı bilgilerin dışında, alternatif bilgi kaynakları ile büyüyorlar ve teknolojiyi nasıl kullanacaklarını biliyorlar. Artık bu gençler yavaş yavaş büyük şirketlerde yükselmeye başlıyor ve bu şirketlerin ideolojileriyle uyuşmadığını fark ediyorlar. Unutmayın ki bu gençlerin ellerinin altında şirketlere dair birçok bilgi var.
Goodman: Julian, neden geçen hafta sonu Mastercard ve Visa’ya dava açtın?
Assange: Geçtiğimiz yıl 6 Aralık’ta Visa, Mastercard, Bank of America, Paypal ve Western Union WikiLeaks’e karşı güçlerini birleştirdiler. Bize karşı ekonomik bir blok oluşturdular. Yalnızca iki resmi soruşturma açıldı bu yaptıklarının hukuki olup olmadığını sorgulayan. İkisinden de bizim lehimize karar çıktı. Ama Visa ve benzerleri ABD’nin sözünü dinliyor, bizi engellemeye devam ediyorlar. Visa ve Mastercard Avrupa’da kredi kartı sektörünün yüzde 95’ini ellerinde tutuyor. Yaptıkları rekabet hukukuna da aykırı yani.
Goodman: Hakkındaki iddialardan dolayı açılan davada, İngiliz mahkemesi bu ayın 12’sinde İsveç’e iade edilmen yönünde karar verdi. Bu konuda ne diyeceksin?
Assange: Bu, AB ülkeleri arasında, 9 Eylül’den sonra teröristlerin hızlıca iade edilmesi için oluşturulmuş bir sistem. Bir AB ülkesi diğer AB ülkesinin hukuk sistemini tanıyor. Bu aslında son derece mantıksız bir sistem, çünkü Avrupa Birliği’ne üye ülkelerin hukuk sistemleri arasında çok fark var. Mesela İsveç, polisi yargı sisteminin bir parçası kabul ediyor... Şu anda benim hakkımda verilmiş bir hüküm yok. Bir şahsı, dilini konuşmadığı, hukuk sistemini bilmediği bir ülkeye ‘iade etmek’ doğru mu? İsveç’te ne bir tanıdığım ne de bir avukatım var. İsveç başbakanı ve adalet bakanı bana kişisel olarak saldırıda bulundu, ama iade kararı verilirken hakkımdaki hükümlere bakma hakkım bile yoktu. Şu an tek tartışılan iki sayfalık, üzerinde resmen ‘tecavüz’ kutusu işaretlenmiş basit bir belge ve bu belgenin geçerli olup olmadığı...

Zizek: Tam Kafka’lık bir hikaye... Daha itham edilmeden iaden isteniyor. Başımıza gelenler!

Goodman: Julian, yarın (3 Temmuz) 40 yaşına gireceksin. Hayattan beklentilerin neler?
Assange: Gelecekten beklentim çok bariz: herkesin özgürce iletişim kurabildiği, dünyada olan bitenden haberdar olduğu bir dünya... Tarihi belgeler kutsal şeyler gözümde. Onların hiçbir şekilde değiştirilmesi veya silinmesine imkan vermeyen bir sistem istiyorum. Çünkü çoğumuzda en azından vasat bir zeka ve içgüdüsel bir adalet duygusu var. Eğer iletişim kurabilirsek, baskıya karşı koyabilirsek ve örgütlenebilirsek gerisinin geleceğini umuyorum. “Şimdiye hükmeden geçmişe de hükmeder” sözünün artık geçerli olmadığı bir dünya istiyorum.

Monday, June 20, 2011

Friday, June 10, 2011

Memleketimden Demokrasi Manzaralari

Ankara'daki Hopa eyleminde gözaltına alınanlar yaşadıkları polis işkencesini gözyaşlarıyla anlatıyor. Otobüste 5 saat Ankara'da gözaltına alınan ve yüzlerindeki morluklar ile kollarındaki kelepçe izleri hala geçmeyen eylemciler, polis otobüsü ve emniyette 'darp, taciz ve hakarete' uğradıklarını belirtti. Yaşadıklarını gözyaşlarıyla anlatan BES üyesi Hacı Özkan "Orada yaşadıklarımı anama diyemedim. Umarım bu işkenceyi yapanlar analarına söyleyebilmişlerdir" dedi
                                                                                       
           

Content on this page requires a newer version of Adobe Flash Player.

           

Get Adobe Flash player

       
   

Thursday, June 02, 2011

Tragedyalar III

Ölümünün 25. yılında Edip Cansever'den...



EPİSODE
Çünkü bu kahverengi akşam saatlerinde
Her şeyi en soğuk ölçülere vuruyoruz
Bir uzak han kavramına. Hanların
Rahmindeki bir yolcuya, bir semendere
Ve soğuk bir çağdan geçiyoruz. Çağlardan
Başımızda siyah bir hale.
KORO
Birdenbire yapayalnızsanız her yerde
Ve bundan korkuyorsanız
En küçük şeylerden bile. Örneğin birine saati sorsanız
Karşıdan karşıya geçseniz bir caddede
Sesinizi alçaltıp dikkatle bakaraktan çevrenize
Biriyle bir şeyler konuşsanız
Ve her gün kitaplar, dergiler alsanız. Postacı her gün mektup getirse
Sözgelimi bir resmi dairede
Fazlaca oyalansanız
Şöyle bir iki otobüs kaçırsanız üst üste, neden olmasın
Kaldı ki, hiçbir şey yapmasanız bile
Tuhaftır
Sanki herkes kuşkuyla bakacaktır yüzünüze.
Ve işte bir lokantaya girdiniz, garsonla çene çaldınız
Şarapla yiyecek bir şeyler söylediniz, hepsi bu kadar
Biraz da güldünüzdü aklınızdan geçen bir şeye
Ya gülünç bir olaya, ya önemsiz bir söze
Ama az ötede düğmeleriyle oynayan
Ve yiyen tırnaklarını bir adam
Duraksız sizi izliyordur belki de.
Ya da bir dernekte üyesiniz, azıcık mutlusunuz
Ya da küçük bir memur bir banka servisinde
Durmadan suçlusunuz
Durmadan suçlusunuz
Durmadan suçlusunuz ve artık kendinizi
Gücünüz yok ödemeye.
Giderek siz oluyorsa bütün bir kalabalık
Yüzünüz yüzlerine benziyorsa, giysiniz giysilerine
Ansızın bir hastanın kendini iyi sanması gibi
Gücünüz yetse de azıcık bağırsanız
Bir yankı: durmadan yalnızsınız
Durmadan yalnızsınız.
EPİSODE
Yani bizim hiç korkmadığımız şeyler
Doğrusu en çok korktuğumuz şeylerdir gerçekte
İçimizde kahverengi bir dağ ölüsü yatar
Bir yarasa ayaklanır. Aç gözlü bir kuş
Varır kocaman bir şey olmanın bilincine
Birden bir ses biçiminde, radyomuzun içinde
Duyurur iki caz parçası arasından biri
Ya gülünç bir yas töreni
Ya toptan bir öldürme.
Belki de
Soğumaya yüz tutmuş bir fincan sütlü kahve
Dönüşür ellerimizde kanlı, kırbaçlı
Bastırılmış bir greve, yırtılmış dövizlere
Örneğin üç yüz ölü, bir o kadar yaralı
Ve sömürge şapkalı ve sten tabancalı
Gözü dönmüş biriyle
O güvenlik manşetleri birtakım gazetelerde.
Yani bizim hiç korkmadığımız şeyler
Belki en çok korktuğumuz şeylerdir gerçekte
Ki bütün işkenceler, ezinler ve kırımlar
Damlayan bir musluktur yerine göre
Yoksa bir enkaz altında bir ölüm
Ya da puslu bir havada, bir cinayette
Bir ölüm
Ölümün anlamı ne?
KORO
Sizin hiç korkmadığınız şeyler ya da hep öyle sandığınız
Beslenir kimi zaman de sevgilerle
Çok içten bir selamla ve içten bir gülümsemeyle
İşte her sabah rastladığımız birinin
Durakta, yolda, işyerinde
Ya da bir meyhanenin kuytu bir köşesinde
Yıllarca süren o dostça ilişkinin
Ve hatta bir sevgilinin
Yerine
Kin dolu gözleriyle bir ölüm yargıcı gibi
Biri
Kapkara giysilerle, özenti bir zincirle
Öyle
Dikilmiş sorguya çekiyor sizi
Ve sakın sormayın işte: bir hesap yanlışlığı mı, değil mi
Vakit yok öğrenmeye.
Canım en basiti, arkanızdaki bir duvarın
Mineler, sarmaşıklar, o yaban gülleriyle
Örtülü bir duvarın ansızın
Kanlı, kireçli bir taş yağmuru halinde
Korkunç bir silah olduğunu yerine göre
Düşünün
Ve sakın sormayın işte: bir hesap yanlışlığı mı, değil mi
Vakit yok öğrenmeye.
Ya da bir düşte yürüyor gibi
Islak mavi bir sabahtı, açtınız pencerenizi
Şöyle bir gerindiniz, gökyüzüne baktınız
Tutarak sapından bembeyaz bir karanfili
Sevinçle okşadınız
Ve içerde kahvaltınız bekliyordu sizi
Öyle ki, kahvenizi içiyordunuz, birazdan çıkacaktınız
Tam o sıra kapının zili
Tuhaf şey.. bu saatte.. kim olabilir ki
Ve işte az önce aldınızdı gazeteleri
Öyleyse?
Yaktınız bir sigara daha, kapıya yöneldiniz
Bırakıp masaya kahvenizi
Kilidi çevirdiniz, açtınız kapıyı usulca
Bir kurşun!
Birden o zamansız, o yersiz başdönmesi
Hani av araçları satılan bir dükkan vardı
İçi doldurulmuş çulluklar, kardelen çiçekleri
Bir kurşun!
Geçerken uğrardınız, iyiydi, cana yakındı
Yeleğinden çıkmazdı elleri
Bekardı, umutsuzdu, yalnızdı
Ve belki..
Bir kurşun!
Sormayın kendinize: bir vahşet mi bu, değil mi
Düştünüz sırtüstü yere ve işte avlandınız
Sadece avlandınız
Ağız dil bilmaz söylemeyi.
Ötede
Islak mavi bir sabahtı. Gökyüzü
Bembeyaz karanfiller, pencere
Kahveniz, masanız, kahvaltınız
Bir yankı
Ve bütün çay fincanları: durmadan yalnızsınız
Durmadan yalnızsınız.
AĞIT
Gün bitti. Saat kaç. Bitecek mi bir gün savaşımız
Hak edilmiş hüzünlerimiz olacak mı bizim de
Dönüp dönüp arkamıza baktığımız
Bir dünya kalıntısı üstünde
Hak edilmiş hüzünlerimiz olacak mı bizim de.
KORO BAŞI
Daha bir sürü böyle
Silahlar eleştirecek sizi belki de
İşte siz
Toplayıp susacaksınız içinizdeki ölüleri
Bakmadan geçeceksiniz o duvar diplerine
Gözleriniz olacak, yüzünüz, elleriniz
Ne korku, ne kin, ne de yenilme
Ve asıl günleriniz olacak, günleriniz
Duyup da bilmediğiniz, bilip de tatmadığınız
Dünyanın tekdüzenli renginde.
Edip Cansever

Sunday, April 17, 2011

when all our convictions were put on trial...


La Domenica Delle Salme
Fabrizio De Andrè 

Tentò la fuga in tram
verso le sei del mattino
dalla bottiglia di orzata
dove galleggia Milano
non fu difficile seguirlo

il poeta della Baggina
la sua anima accesa
mandava luce di lampadina
gli incendiarono il letto
sulla strada di Trento

riuscì a salvarsi dalla sua barba
un pettirosso da combattimento

I Polacchi non morirono subito
e inginocchiati agli ultimi semafori
rifacevano il trucco alle troie di regime
lanciate verso il mare

i trafficanti di saponette
mettevano pancia verso est
chi si convertiva nel novanta
ne era dispensato nel novantuno

la scimmia del quarto Reich
ballava la polka sopra il muro
e mentre si arrampicava
le abbiamo visto tutto il culo

la piramide di Cheope
volle essere ricostruita in quel giorno di festa
masso per masso
schiavo per schiavo
comunista per comunista

La domenica delle salme
non si udirono fucilate
il gas esilarante
presidiava le strade
la domenica delle salme
si portò via tutti i pensieri
e le regine del ‘’tua culpa’’
affollarono i parrucchieri

Nell’assolata galera patria
il secondo secondino
disse a ‘’Baffi di Sego’’ che era il primo
si può fare domani sul far del mattino
e furono inviati messi
fanti cavalli cani ed un somaro
ad annunciare l’amputazione della gamba
di Renato Curcio
il carbonaro

il ministro dei temporali
in un tripudio di tromboni
auspicava democrazia
con la tovaglia sulle mani e le mani sui coglioni
voglio vivere in una città
dove all’ora dell’aperitivo
non ci siano spargimenti di sangue
o di detersivo
a tarda sera io e il mio illustre cugino De Andrade
eravamo gli ultimi cittadini liberi
di questa famosa città civile
perché avevamo un cannone nel cortile

La domenica delle salme
nessuno si fece male
tutti a seguire il feretro
del defunto ideale
la domenica delle salme
si sentiva cantare
quant’è bella giovinezza
non vogliamo più invecchiare

Gli ultimi viandanti
si ritirarono nelle catacombe
accesero la televisione e ci guardarono cantare
per una mezz’oretta
poi ci mandarono a cagare
voi che avete cantato sui trampoli e in ginocchio
coi pianoforti a tracolla travestiti da Pinocchio
voi che avete cantato per i longobardi e per i centralisti
per l’Amazzonia e per la pecunia
nei palastilisti
e dai padri Maristi
voi avete voci potenti
lingue allenate a battere il tamburo
voi avevate voci potenti
adatte per il vaffanculo

La domenica delle salme
gli addetti alla nostalgia
accompagnarono tra i flauti
il cadavere di Utopia
la domenica delle salme
fu una domenica come tante
il giorno dopo c’erano i segni
di una pace terrificante
mentre il cuore d’Italia
da Palermo ad Aosta
si gonfiava in un coro
di vibrante protesta

Tentò la fuga in tram
verso le sei del mattino
dalla bottiglia di orzata
dove galleggia Milano
non fu difficile seguirlo

il poeta della Baggina
la sua anima accesa
mandava luce di lampadina
gli incendiarono il letto
sulla strada di Trento

riuscì a salvarsi dalla sua barba
un pettirosso da combattimento

I Polacchi non morirono subito
e inginocchiati agli ultimi semafori
rifacevano il trucco alle troie di regime
lanciate verso il mare

i trafficanti di saponette
mettevano pancia verso est
chi si convertiva nel novanta
ne era dispensato nel novantuno

la scimmia del quarto Reich
ballava la polka sopra il muro
e mentre si arrampicava
le abbiamo visto tutto il culo

la piramide di Cheope
volle essere ricostruita in quel giorno di festa
masso per masso
schiavo per schiavo
comunista per comunista

La domenica delle salme
non si udirono fucilate
il gas esilarante
presidiava le strade
la domenica delle salme
si portò via tutti i pensieri
e le regine del ‘’tua culpa’’
affollarono i parrucchieri

Nell’assolata galera patria
il secondo secondino
disse a ‘’Baffi di Sego’’ che era il primo
si può fare domani sul far del mattino
e furono inviati messi
fanti cavalli cani ed un somaro
ad annunciare l’amputazione della gamba
di Renato Curcio
il carbonaro

il ministro dei temporali
in un tripudio di tromboni
auspicava democrazia
con la tovaglia sulle mani e le mani sui coglioni
voglio vivere in una città
dove all’ora dell’aperitivo
non ci siano spargimenti di sangue
o di detersivo
a tarda sera io e il mio illustre cugino De Andrade
eravamo gli ultimi cittadini liberi
di questa famosa città civile
perché avevamo un cannone nel cortile

La domenica delle salme
nessuno si fece male
tutti a seguire il feretro
del defunto ideale
la domenica delle salme
si sentiva cantare
quant’è bella giovinezza
non vogliamo più invecchiare

Gli ultimi viandanti
si ritirarono nelle catacombe
accesero la televisione e ci guardarono cantare
per una mezz’oretta
poi ci mandarono a cagare
voi che avete cantato sui trampoli e in ginocchio
coi pianoforti a tracolla travestiti da Pinocchio
voi che avete cantato per i longobardi e per i centralisti
per l’Amazzonia e per la pecunia
nei palastilisti
e dai padri Maristi
voi avete voci potenti
lingue allenate a battere il tamburo
voi avevate voci potenti
adatte per il vaffanculo

La domenica delle salme
gli addetti alla nostalgia
accompagnarono tra i flauti
il cadavere di Utopia
la domenica delle salme
fu una domenica come tante
il giorno dopo c’erano i segni
di una pace terrificante
mentre il cuore d’Italia
da Palermo ad Aosta
si gonfiava in un coro
di vibrante protesta

Friday, April 08, 2011

bloomy town bloomington

Tezimi Bloomington Indiana'da bitirmek iyi bir fikirmis, cunku bahar geldi bile buraya! ustelik kampus bana cogunlukla Bogazici'nin Guney Kampusunu hatirlatiyor ve iyi duygular veriyor (burasi daha guzel, ama bizim kampusun altyapisi da bu gibi amerikan devlet universitelerinden esinlenilmis herhalde)...
kampusten birkac resim yapistiriyorum buraya ama bir yandan da bahsettigim benzerligi ortaya koyan resimler cekmedigimi farkediyorum. Simdi Silent Spring dersini dinlemeye giderken belki isik musaitsecekerim bir iki tane. (evet, cok heyecanli! butun donem boyunca silent spring okuyo cocuklar, hem de ingiliz edebiyati bolumunde... cok eglenicezzz...)



Wednesday, March 02, 2011

Why Has Critique Run out of Steam? From Matters of Fact to Matters of Concern

by Bruno Latour
Critical Inquiry, Vol.30, No. 2

Wars. So many wars. Wars outside and wars inside. Cultural wars, science wars, and wars against terrorists. Wars against poverty and wars against the poor. Wars against ignorance and wars out of ignorance. My question is simple: Should we be at war, too, we, the scholars, the intellectuals? Is it really our duty to add fresh ruins to fields of ruins? Is it really the task of the humanities to add deconstruction to destructions? More iconoclasm to iconoclasm? What has become of critical spirit? Has it not run out of steam?

Quite simply, my worry is that it might not be aligned to the right target. To remain in the metaphorical atmosphere of the time, military experts constantly revise their strategic doctrines, their contingency plans, the size, direction, technology of their projectiles, of their smart bombs, of their missiles: I wonder why we, we alone, would be saved from those sort of revisions. It does not seem to me that we have been as quick, in academe, to prepare ourselves for new threats, new dangers, new tasks, new targets. Are we not like those mechanical toys that endlessly continue to do the same gesture when everything else has changed around them? Would it not be rather terrible if we were still training young kids–yes, young recruits, young cadets–for wars that cannot be thought, for fighting enemies long gone, for conquering territories that no longer exist and leaving them ill-equipped in the face of threats we have not anticipated, for which we are so thoroughly disarmed? Generals have always been accused of being on the ready one war late–especially French generals, especially these days; what would be so surprising, after all, if intellectuals were also one war late, one critique late–especially French intellectuals, especially now? It has been a long time, after all, since intellectuals have stopped being in the vanguard of things to come. Indeed, it has been a long time now since the very notion of the avant-garde–the proletariat, the artistic–has passed away, has been pushed aside by other forces, moved to the rear guard, or may be lumped with the baggage train.1 We are still able to go through the motions of a critical avant-garde, but is not the spirit gone?

In this most depressing of times, these are some of the issues I want to press not to depress the reader but to press ahead, to redirect our meager capacities as fast as possible. To prove my point, I have not exactly facts rather tiny cues, nagging doubts, disturbing telltale signs. What has become of critique, I wonder, when the New York Times runs the following story?

Most scientists believe that [global] warming is caused largely by manmade pollutants that require strict regulation. Mr. Luntz [a lobbyist for the Republicans] seems to acknowledge as much when he says that "the scientific debate is closing against us." His advice, however, is to emphasize that the evidence is not complete. "Should the public come to believe that the scientific issues are settled," he writes, "their views about global warming will change accordingly. Therefore, you need to continue to make the lack of scientific certainty a primary issue."2
Fancy that? An artificially maintained scientific controversy to favor a "brown backlash" as Paul Ehrlich would say.3 Do you see why I am worried? I myself have spent sometimes in the past trying to show the "lack of scientific certainty" inherent in the construction of facts. I too made it a "primary issue." But I did not exactly aim at fooling the public by obscuring the certainty of a closed argument–or did I? After all, I have been accused of just that sin. Still, I'd like to believe that, on the contrary, I intended to emancipate the public from a prematurely naturalized objectified fact. Was I foolishly mistaken? Have things changed so fast?
In which case the danger would no longer be coming from an excessive confidence in ideological arguments posturing as matters of fact–as we have learned to combat so efficiently in the past–but from an excessive distrust of good matters of fact disguised as bad ideological biases! While we spent years trying to detect the real prejudices hidden behind the appearance of objective statements, do we have now to reveal the real objective and incontrovertible facts hidden behind the illusion of prejudices? And yet entire Ph.D programs are still running to make sure that good American kids are learning the hard way that facts are made up, that there is no such thing as natural, unmediated, unbiased access to truth, that we are always the prisoner of language, that we always speak from one standpoint, and so on, while dangerous extremists are using the very same argument of social construction to destroy hard-won evidence that could save our lives. Was I wrong to participate in the invention of this field known as science studies? Is it enough to say that we did not really mean what we meant? Why does it burn my tongue to say that global warming is a fact whether you like it or not? Why can't I simply say that the argument is closed for good?
Should I reassure myself by simply saying that bad guys can use any weapon at hand, naturalized facts when it suits them and social construction when it suits them? Should we apologize for having been wrong all along? Should we rather bring the sword of criticism to criticism itself and do a bit of soul-searching here: What were we really after when we were so intent on showing the social construction of scientific facts? Nothing guarantees, after all, that we should be right all the time. There is no sure ground even for criticism.4 Is this not what criticism intended to say: that there is no sure ground anyway? But what does it mean, when this lack of sure ground is taken out from us by the worst possible fellows as an argument against things we cherished?
Artificially maintained controversies are not the only worrying sign. What has critique become when a French general, no, a marshal of critique, namely, Jean Baudrillard, claims in a published book that the World Trade Towers destroyed themselves under their own weight, so to speak, undermined by the utter nihilism inherent in capitalism itself–as if the terrorist planes were pulled to suicide by the powerful attraction of this black hole of nothingness?5 What has become of critique when a book can be a best-seller that claims that no plane ever crashed into the Pentagon? I am ashamed to say that the author was French too.6 Remember the good old days when revisionism arrived very late, after the facts had been thoroughly established, decades after bodies of evidence had accumulated? Now we have the benefit of what can be called instant revisionism? The smoke of the event has not yet finished settling before dozens of conspiracy theories are already revising the official account, adding even more ruins to the ruins, adding even more smoke to the smoke. What has become of critique when my neighbor in the little Bourbonnais village where I have my house looks down on me as someone hopelessly naive because I believe that the United States had been struck by terrorist attacks? Remember the good old days when university professors could look down on unsophisticated folks because those hillbillies naively believed in church, motherhood, and apple pies? Well, things have changed a lot, in my village at least. I am the one now who naively believes in some facts because I am educated, while it is the other guys now who are too unsophisticated to be gullible anymore: "Where have you been? Don't you know for sure that the Mossad and the CIA did it?" What has become of critique when someone as eminent as Stanley Fish, the "enemy of promise" as Lindsay Waters calls him, believes he defends science studies, my field, by comparing the law of physics to the rules of baseball?7 What has become of critique when there is a whole industry denying that the Apollo program landed on the Moon? What has become of critique when DARPA uses for its Total Information Awareness project the Baconian slogan Scientia est potentia? Have I not read that somewhere in Michel Foucault? Has Knowledge-slash-Power been co-opted of late by the National Security Agency? Has Discipline and Punish become the bedside reading of Mr. Ridge?

Let me be mean for a second: what's the real difference between conspiracists and a popularized, that is a teachable, version of social critique inspired for instance by a too-quick reading of, let's say, a sociologist as eminent as Pierre Bourdieu–to be polite I will stick with the French field commanders? In both cases, you have to learn to become suspicious of everything people say because "of course we all know" that they live in the thralls of a complete illusio on their real motives. Then, after disbelief has struck and an explanation is requested for what is "really" going on, in both cases again, it is the same appeal to powerful agents hidden in the dark acting always consistently, continuously, relentlessly. Of course, we, in the academy, like to use more elevated causes–society, discourse, knowledge-slash-power, fields of forces, empires, capitalism–while conspiracists like to portray a miserable bunch of greedy people with dark intents, but I find something troublingly similar in the structure of the explanation, in the first movement of disbelief and, then, in the wheeling of causal explanations coming out of the deep Dark below. What if explanations resorting automatically to power, society, discourse, had outlived their usefulness, and deteriorated to the point of now feeding also the most gullible sort of critiques?8 Maybe I am taking conspiracy theories too seriously, but I am worried to detect, in those mad mixtures of knee-jerk disbelief, punctilious demands for proofs, and free use of powerful explanation from the social neverland, many of the weapons of social critique. Of course conspiracy theories are an absurd deformation of our own arguments, but, like weapons smuggled through a fuzzy border to the wrong party, these are our weapons nonetheless. In spite of all the deformations, it is easy to recognize, still burnt in the steel, our trade mark: MADE IN CRITICALLAND.

1.  On what happened to avant-garde and critique generally, see Iconoclash: Beyond the Image Wars in Science, Religion and Art, ed. Bruno Latour and Peter Weibel (Cambridge, Mass., 2002). The present article is very much an exploration of what could happen "beyond the image wars."
2. This Mister Luntz seems to have been very successful; I read later in the Wall Street Journal:

There is a better way [than passing a law that restricts business], which is to keep fighting on merit. There is no scientific consensus that greenhouse gases cause the world's modest global warming trend, much less whether that warming will do more harm than good, or whether we can even do anything about it. Once Republicans concede that greenhouse gases must be controlled, it will only be a matter of time before they end up endorsing more economically damaging regulation. They could always stand on principle and attempt to educated the public instead. [Wall Street Journal, 8 Apr. 2003]
And the same publication complains about the "pathological relation" of the "Arab street" with truth!
3.  See Paul R. and Anne H. Ehrlich, Betrayal of Science and Reason: How Anti-Environmental Rhetoric Threatens Our Future (Washington, D.C., 1997).
4.  The metaphor of shifting sand was used by neomodernists in their critique of science studies; see A House Built on Sand: Exposing Postmodernist Myths about Science, ed. Noretta Koergte (Oxford, 1998), but the problem is that the authors of this book looked backward to reenter the solid rock castle of modernism and not forward to what I call, for lack of a better term, nonmodernism.
5.  See Jean Baudrillard, The Spirit of Terrorism: And Requiem for the Twin Towers (New York, 2002).
6.  See Thierry Meyssan, 11 Septembre 2001: L'effroyable imposture, translated as 911: The Big Lie (London, 2002). Conspiracy theories have always existed, what is new in instant revisionism is how much scientific proof they claim to imitate.
7.   See Lindsay Waters, Enemy of Promises, forthcoming.
8. Their serious as well as their popularized versions have the defect of using society as an already existing cause instead of as a possible consequence. This was the critique that Gabriel Tarde always made against Durkheim. It is probably the whole notion of "social" and "society" which is responsible for the weakening of critique. I have tried to show that in Latour, "Gabriel Tarde and the End of the Social," in The Social in Question: New Bearings in the History and the Social Sciences, ed. Patrick Joyce (London, 2002), pp. 117—32.

you tube treasures...

Wednesday, January 19, 2011

telling stories

"A need to tell and hear stories is essential to the species Homo sapiens--second in necessity apparently after nourishment and before love and shelter. Millions survive without love or home, almost none in silence; the opposite of silence leads quickly to narrative, and the sound of story is the dominant sound of our lives, from the small accounts of our day's events to the vast incommunicable constructs of psychopaths."  
Reynolds Price  (American novelist, poet, dramatist, essayist and professor)

Monday, January 10, 2011

Lesley Hazleton: On reading the Koran

Lesley Hazleton sat down one day to read the Koran. And what she found -- as a non-Muslim, a self-identified "tourist" in the Islamic holy book -- wasn't what she expected. With serious scholarship and warm humor, Hazleton shares the grace, flexibility and mystery she found, in this myth-debunking talk from TEDxRainier.