Saturday, December 26, 2015

Plastiksiz bir Deniz hayal mi?

Bundan yalnızca yirmi sene önce İstanbul’un sahillerinde pırıl pırıl bir denizde yüzdüğümüzü hatırlıyor musunuz? İçinde çöp ve poşet olmayan bir deniz hayal edebiliyor musunuz? Bir grup Avrupalı araştırmacının bu hayali gerçekleştirmek üzere başlattıkları CleanSea Projesi, Amsterdam’da düzenlenen bir film gösterimiyle bir yandan denizlerdeki plastik kirliliğine dikkat çekiyor,
bir yandan da sorunun çözülmesi için gereken siyasi değişimi başlatmayı amaçlıyor.

Denizlerdeki plastik kirliliği yalnızca estetik bir sorun değil. ©Gavin Parsons/Marine Photobank

2013’te denizlerdeki plastik kirliliğini araştırmak için kurulmuş bir konsorsiyum olan CleanSea, Amsterdam EYE Film Enstitüsünde yapılan film gösterisiyle bulgularını ve siyasi önerilerini açıkladı. Dört üniversite, bir sivil toplum örgütü, beş araştırma enstitüsü, ve altı KOBi’nin Avrupa Birliğinin onbir ülkesi ve sahil belediyeleri ağıyla yaptıkları ortak çalışma yaklaşık dört milyon avrolük bir projenin son aşamasını oluşturuyor. Projenin ayrıca isteyen herkesin görüşlerini bildirebileceği bir paydaş platformu bulunuyor. Avrupa Birliğinin son üç senedir finansman sağladığı projeler arasından başarılı organizasyonuyla sıyrılan CleanSea, deniz ve sahillerdeki plastik konulu araştırmalarında hem doğa bilimlerinden hem de sosyal bilimlerden araştırmacıları biraraya getirerek bilimsel verilerin siyasi kararlara etki etmesini de amaçlıyor.

CleanSea, Avrupa’nın dört bölgesel denizindeki kirliliği ekonomik, ekolojik, siyasi, ve sosyal açılardan inceliyor.
CleanSea, Avrupa’nın dört bölgesel denizindeki kirliliği ekonomik, ekolojik, siyasi, ve sosyal açılardan inceliyor.

CleanSea, Avrupa’nın dört bölgesel denizi (Akdeniz, Karadeniz, Kuzey ve Baltık Denizleri) ve bu denizlerin kıyısında yaşayan toplumlar açısından önemli sonuçlar açıkladı. Her bir bölgesel deniz için bir Eylem Planı hazırlanmasını öngören proje, plastik kirliliğinin etkileri nelerdir ve azaltılması için neler yapılabilir, ekonomik gelişmenin ve kalkınma politikalarının denizler üzerindeki etkisi nedir gibi genel soruların yanı sıra daha önce hiç araştırılmamış iki konuda edinilen yeni bulguları da değerlendiriyor:
1) Plastikle dolu bir denizde yaşayan canlıların hayatı nasıl değişiyor, ve bu canlıları yiyen diğer canlıların (mesela insanların) basına minik plastik parçaları yemekten dolayı neler gelebilir?
2) Deniz kıyısındaki plastikleri temizleme çalışmalarının plastik kirliliği ve denizlerdeki hayata bir faydası var mı?

İlk sorunun cevabı oldukça korkutucu: Projede çalışan denizbilimciler araştırdıkları deniz kabuklularının yüzde seksenbeşinin bünyesinde plastiğe rastlandığını bildiriyor. Deniz kabuklularını yiyen tüm canlıların metabolizması da elbette bu plastiklerden payını alıyor. Üstelik, insanlar yalnızca kabukluları değil, bu kabukluları büyük miktarlarda yiyen başka canlıları da tükettikleri için içinde bulunduğumuz risk ussel şekilde artıyor. Diğer yandan, değişik plastiklerin insan sağlığı üzerinde değişik etkileri olabiliyor, ve bu etkilerin içinde kanser oranındaki artış ve özellikle çocuklarda görülen hormonel bozukluklar da var.

İkinci sorunun cevabı ise daha karmaşık: Ekonomik olarak (örneğin turizm üzerindeki olumlu etkisi sebebiyle) pozitif bir etken olarak değerlendirilen sahil temizleme çalışmalarının ekosistem boyutunda ise etkisi çok küçük. Sahil temizleme çalışmaları deniz canlıları üzerinde herhangi bir etkide bulunmamakla birlikte kamuoyunu bilgilendirme çalışmalarını güçlendirip denizle içiçe yaşayan halklarda toplumsal bir bilinç oluşmasını sağlayabiliyor.
 
Sonuçların yorumlandığı belgeseli önümüzdeki günlerde projenin websitesinde İngilizce olarak seyretmek mümkün: http://www.cleansea-project.eu/drupal/?q=en/film#
Sonuçların yorumlandığı belgeseli önümüzdeki günlerde projenin websitesinde İngilizce olarak seyretmek mümkün: http://www.cleansea-project.eu/drupal/?q=en/film#

Sebepler, Sonuçlar

Plastik kirliliği yalnızca denize dökülen poşetlerden kaynaklanmıyor. Mikro- ve nano-plastiklerin büyük bir bölümü arıtılsa dahi suya karışabilecek kadar küçük boyutta. Dolayısıyla çamaşır deterjanlarından kişisel bakım ürünlerine, sentetik içeren kıyafetlerden gemilerden uçan (ya da atılan) çöplere kadar uzanan bir sebepler listesi çıkartmak mümkün. Küçük parçalara ayrılmış bu plastiklerin insanlar üzerindeki etkisi hala bilinmiyor, ancak beynimizi koruyan en önemli mekanizmalardan olan kan-beyin bariyerini geçebildikleri bulgusu projenin en önemli tespitlerinden biri. Bir başka araştırma ise Kuzey Denizi civarındaki martıların midesinde bulunan plastik miktarını incelemiş: Buna göre bulunan ölü martıların yüzde doksanbeşinin midesinde plastik parçaları bulunmuş, ve bu plastiklerin ortalama otuzbeş farklı kaynak geldiği tespit edilmiş.1
Bu parçacıkların yediğimiz midyelerden tutun da Kuzey Kutbundaki buzlara kadar hızla yayıldığını keşfettiğimize göre neler yapılabileceğini de konuşmak gerekiyor. Denizlere zarar veren üretim ve tüketim süreçlerinin yüzde sekseni tasarım aşamasında önlenebiliyor; dahası bu plastiklerin büyük bir kısmının denizlere karışmasını önlemenin tek yolu kullanımlarının sınırlı tutulması ve yerlerine organik bazlı hammaddeler kullanılması. Geçen sene Ekim ayında projenin ilk bulguları Avrupa Parlamentosuna açıklanırken araştırmacıların önceliklendirdiği konu da tam olarak buydu: Üretim-Tüketim-Atık odaklı lineer ekonomiden döngüsel ekonomiye geçiş.

Gerçek Çözüm Döngüsel Ekonomiye Geçiş

Ortalama bir Avrupa vatandaşı, yılda yarım ton atık üretiyor. Bu atığın yarısından fazlası yakılmak ya da çöp sahalarına depolanmak suretiyle hem denizlerde hem de karada kirliliğe sebep oluyor. Avrupa Birliğinde tüketilen plastiğin yüzde kırkı ise geri dönüştürülmüyor ve çoğu da bu sahalarda depolanıyor. Gezegenin yüzde yirmibiri plastik çorbası adı verilen mikroplastiklerin suda çözünmesi ile oluşmuş bir örtüyle kaplı, ve son yirmi yılda plastik atıkların oranı yüzde yüzkırkaltı artmış durumda.
Kirliliğin ekonomik maliyeti inanılmaz boyutta: Yalnızca İskandinavya’da sahil temizleme çalışmaları senede dört milyar avroya malolurken İngiltere’de kirliliğin yalnız balıkçılık sektörüne olan zararı senede otuzüç milyon avro civarında. Liberal ekonomistlerin tahminlerinin tersine plastik kirliliğini azaltmanın en hızlı ve etkin yolu ise plastik şişelerin ve poşetlerin belediyeler tarafından yasaklanması. Belediyelerin bunu yapmadığı bazı yerlerde ise dükkanlar benzer kampanyalar başlatmış, ve bu çalışmalar da sınırlı da olsa başarıya ulaşmış. AB içindeki en önemli siyasal doküman Deniz Stratejisi Çerçeve Yönergesi (2008/56/EC) ve bu yönergenin amaçladığı, Avrupa Denizlerinin 2020 yılına kadar kararlaştırılan kriterlere uygun temizlikte olması için yapılan işbirliği çalışmaları.
CleanSea ekonomistleri tüm bu çalışmaların ancak semptomları azaltabildiğine dikkat çekiyorlar. Asıl gereken değişim ise üretimin azaltıldığı, yapılan üretimin ciddiyetle denetlendiği ve doğal hammaddeleri yerinde kullanarak atıklarını da dönüştüren bir ekonomik modele geçiş. Bu model tüketimin de azaltılmasını amaçlıyor: Günümüz tekno-endüstriyel toplumunda neredeyse tamamen kabul görmüş olan ‘kullan-at’ prensibini ‘kullan-yeniden kullan-tamir et-yeni kullanım alanları bul-doğaya dönüştür’ mantığı ile değiştirmeyi teklif ediyor. Bu da ekonomik başarının, döngülerin ne kadar az zedelendiği üzerinden tanımlandığı bir felsefeye geçiş demek. İşte ‘döngüsel ekonomi’ bu.2

Türkiye’ye özel mesaj

Projeyi yöneten Dr. Heather Leslie (Özgür Amsterdam Üniversitesi), Türkiye’deki çevre aktivistlerine özel bir mesaj gönderdi: Akdeniz Eylem Planı‘nın, İstanbul’da imzalandığını ve kabul edilen ilk bölgesel eylem planı olduğunu hatırlatan Leslie, aynı önemin Karadeniz’e de verilmesi gerektiğini hatırlattı.
Proje kapsamındaki diğer üç denizin eylem planları hazır. Çevresindeki nüfus büyük ölçüde Karadeniz’e bağlı ekonomik aktiviteler içinde olmasına rağmen Karadeniz Eylem Planı halen oluşturulabilmiş değil. ‘Konu önümüzdeki beş sene içinde Karadeniz’deki doğal hayatı ve sağlığı olduğu kadar çevresindeki ekonomik sektörlerin karlılığını da etkileyecek’ diyen Leslie, temiz teknolojileri hedefleyen, öngörülü bir gelişme modeliyle Karadeniz’deki kirliliğin büyük ölçüde azaltılabileceğine dikkat çekti.
1  http://www.sciencedirect.com/science/article/pii/S0025326X10004017
2 İlgilenenler için İngilizce bir TED Talk sunumu şu linkte mevcut: https://www.youtube.com/watch?v=_4iW5-oAefw

İspanya Seçimlerine dair Üç Kritik Soru

Geçen Pazar günkü seçimlerde İspanya halkları millet meclisinde görev alacak 350 milletvekilini ve 266 sandalyeli senatoda görev alacak 208 senatörü seçti. Sandıktan çok partili koalisyon çıkması, beklenen ancak daha önce tecrübe edilmemiş bir durum. Hükümet kurma çalışmalarının sonucu ne olursa olsun İspanyol siyasi sisteminin bir daha asla eskisi gibi olmayacağı kesin.


Bu seçimler neden ‘tarihi’?

Mariano Rajoy liderliğinde 2011’den beri iktidarda olan muhafazakar Halk Partisi (Partido Popular) özellikle neo-liberal kemer sıkma politikaları, Katalanların özyönetim taleplerini müzakere etmeyi reddetmesi, ve yolsuzluk suçlamaları sebebiyle büyük bir oy kaybına uğradı. Oyların yüzde 29’unu alarak 123 milletvekili çıkartan Halk Partisi birinci oldu, ancak tek başına hükümet kuracak sandalye sayısına ulaşamadı. Geçen ayki Katalonya yazılarımda anlatmaya çalıştığım gibi, Rajoy özellikle son iki yıldır Katalanlara karşı sert bir tavır takınarak İspanya’nın geri kalanındaki oylarını çoğaltmaya çalışmıştı. Görünen o ki İspanya’nın diğer halkları bu oyuna gelmedi (ve hatta ‘Katalonya’nın geleceğine bölge halkı karar vermeli’ diyerek Cumhuriyetçi bir hedefte ortaklaşarak İspanyayı yeniden kurmayı hedefleyen Podemos lideri Pablo Iglesias’ı ödüllendirdi).
Sosyalistler (PSOE) ise ana muhalefet pozisyonunu korumakla birlikte yirmi sandalye kaybederek parti tarihinin en kötü sonucunu aldı. Bu sonucun en önemli sebebi sosyalistlerin uzun zamandır merkeze kayması: İktidar neredeyse kırk senedir bu iki parti arasında paylaşıldığından Sosyalistler de en az Halk Partisi kadar varolan sistemi temsil eder hale geldi. İspanya, Franco diktasını takibeden demokratikleşme sürecinde diktatörlük dönemindeki hak ihlalleri ve usulsüzlüklerle hiç yüzleşmedi ve çoğunluğun kabulünü gören ortak bir tarih söylemi kurmayı başaramadı. Bu yüzden sağ ve sol partiler arasındaki uçurum çok derin: Bir tarafın gurur duyduğu hikaye diğerinin trajedisi; bir tarafın hezimeti diğerinin varoluş sebebi. Dolayısıyla Kuzey Avrupa ülkelerinde kimi zaman tanık olduğumuz, merkez sağ ve merkez solu biraraya getiren büyük koalisyonlardan birinin oluşması ne Halk Partisi ne de Sosyalistler açısından ihtimal dahilinde. Sosyalist Parti kurmaylarından Cesar Luena seçim sonuçlarının hemen ardından “Rajoy’un olduğu hiçbir koalisyon içinde olmayız” dedi. Seçim sonuçlarına göre iki partili başka bir koalisyon formülü de mümkün değil.
En az üç partili bir koalisyon hükümeti kurulması için görüşmeler önümüzdeki iki buçuk ayda gerçekleşecek. Koalisyon görüşmelerinde iki yeni parti kilit rol oynayacak: İlk defa genel seçimlere katılan Podemos (Yapabiliriz) ve Yurttaşlar Hareketi (Ciudadanos) oyların sırasıyla yüzde 21 ve yüzde 14’unu alarak  büyük bir başarıya imza attı. Bugüne kadar süregelen (iki partili olmasa da) iki parti ağırlıklı sistem net bir şekilde sona erdi. Bu seçimler işte tam da bu yüzden ‘tarihi’: Hükümeti kim kurarsa kurşun, büyük partiler iktidarı farklı ideolojik eğilimleri olan en az iki partiyle paylaşmayı, pazarlık yapmayı, ve beraber yönetmeyi öğrenmek zorunda kalacak. Madrid Özerk Üniversitesi Siyaset Bilimi Profesörü Fernando Vallespín’e göre ‘her şey liderlerin nasıl davranacağına bağlı. Uzlaşmalar yapılırken katı ve sert tavırlar sergileyenleri halk tercih etmeyecektir. Zira halk siyasi temsilcilerinin ittifak kurabilmelerini istiyor. Seçim sonuçları da bunu gösteriyor. İlginç bir şekilde halkın tercihi Podemos ve Sosyalistlerden oluşacak bir ittifakın olması yönünde.’

Halk Partisi kazandı, neden herkes Podemos’u konuşuyor?

Podemos hem Bask bölgesinde hem Katalonya’da birinci partiydi. İglesias’ın Katalan sorunu için önerdiği yol haritası  “önce sağı iktidardan devirmek, ardından anayasa reformu yapmak, sonra cumhuriyet ilan etmek. Bunlardan sonra Katalanlar hâlâ ayrılmak istiyorsa, halkoylaması yapmak.” Dolayısıyla Podemos’un Katalonya’da başarılı olması beklenen bir sonuçtu.
Yine de Podemos'un desteklediği ‘Barcelona en Comu’ adlı sol siyasi oluşumun adayı Ada Colau’nun Barcelona Belediye Başkanı seçilmesi bu başarıyı taçlandıran bir zafer olarak görülebilir. 41 yasındaki Colau, ipotek borçlarını ödeyemedikleri için evlerinden zorla çıkarılan Barselonalıların haklarını korumak için çalışan bir sivil toplum örgütünün kurucularından. Barselona'nın ilk kadın belediye başkanı seçilmesinin arkasında şehir hakları ve yerelden yönetim üzerine kurduğu kampanyanın başarısı yatıyor.
İlk defa genel seçimlere katılan bir partinin bu kadar fazla oy alması alışılmış siyasi dengeleri alt üst etmiş durumda. İki büyük partinin de Podemos’un da önümüzdeki günlerde alacakları kararlar yeni normalın ne olacağını belirleyecek. Bir yandan seçimlere hazırlanırken oy toplamak için popülist bir söyleme kayan Podemos’un daha radikal bir gündeme dönüş yapması bekleniyor. Diğer yandan yolsuzlukla mücadeleye odaklı seçim vaatleriyle dördüncü parti seçilen Yurttaşlar Harketinin başarısı İspanya halklarının eski dengelerin değişmesini istediğini açıkça gösteriyor.

Yurttaşlar Hareketi dengeleri değiştirebilir mi?

İş dünyasının temsilcisi olarak seçimlere giren ancak yolsuzlukla mücadeleyi hedef alan Yurttaşlar hareketi lideri Albert Rivera mecliste 40 sandalye kazanan partisinin herhangi bir koalisyon içinde yer almasına şimdilik sıcak bakmıyor.Rivera Halk Partisinin kuracağı bir azınlık hükümetini dışarıdan destekleyebileceğini açıkladı, ancak Rajoy’un bu hükümeti birlikte kurabileceği bir parti olup olmadığını önümüzdeki aylarda yapılacak koalisyon görüşmeleri belirleyecek. Görüşmeler sırasında büyük bir sürpriz olmadığı takdirde ilkbaharda erken genel seçime gidilecek.

Madrid: “Bağımsızlık talebi Anayasaya aykırı, kararı Anayasa Mahkemesi verecek”

Katalonya güncesi 2: (Barselona/Girona/Figueres/Cadaques, Kasım 2015)

Güncenin ilk yazısı: Katalonya güncesi 1: (Barselona/Girona/Figueres/Cadaques, Kasım 2015)

Geçen hafta anlatmaya başladığım Katalonya’nın bağımsızlık mücadelesi1 Katalanlar için olduğu kadar İspanya’nın geri kalanı için de büyük önem taşıyor: Birincisi federal yapısı farklı özerk bölgelere farklı oranlarda serbesti sağlamaya olanak tanıdığı halde İspanyol hükümetleri genel olarak geçmişle hesaplaşmamak suretiyle, bugünkü Halk Partisi (Partido Popular) iktidarı ise özel olarak Katalanları hoşnutsuz kılmak suretiyle İspanya’nın içinde barındırdığı halklara net bir mesaj veriyor. Diğer yandandan Aralık ayında yapılacak olan seçimlerde Başbakan Mariano Rajoy ikinci kez seçilmeye, Sosyalistler (PSOE) hükümeti ondan geri almaya, yeni partiler ise kazanmaya başladıkları siyasi alanı genişletmeye çalışacaklar. Podemos (‘Yapabiliriz’) ve Cs (Ciutadans, yani ‘Yurttaşlar’) 2015 eyalet seçimlerinde kazandıkları başarı sonucunda Senatoda zaten temsil ediliyorlar, şimdi Parlamentoya milletvekili sokmaya çalışacaklar. İlk kez katıldıkları seçimlerdeki oy oranları sırasıyla %14 ve %10 olan bu iki parti sistemdeki yerleşik partilerin işlerini giderek güçleştireceğe benziyor. Bu arka plan da Katalan bağımsızlığına Madrid’in verdiği tepkiyi anlamak açısından büyük önem taşıyor.

Herkes rengini belli etmek zorunda kaldı

Kasım ayında hararetlenen bağımsızlık tartışmaları İspanyol siyasetçileri ve tüm siyasi partileri konuyla ilgili açıklama yapmaya mecbur bıraktığı için bağımsızlık sürecini başlatmak Katalonya Başkanı Artur Mas açısından akıllıca bir adımdı. Örneğin, Podemos lideri İglesias, belki de en ilgi çeken açılımlarından birini yaparak “Bizim amacımız önce sağı iktidardan devirmek, ardından anayasa reformu yapmak, sonra cumhuriyet ilan etmek. Bunlardan sonra Katalanlar hâlâ ayrılmak istiyorsa, halkoylaması yapmak” dedi.2 Cumhuriyet’in ilan edilmesi Faşist Franco Diktasının açtığı yaraları sarmaya başlayabilir, ve İspanya’nın en çok vergi ödeyen, en az devlet yatırımı alan, en zengin bölgesini vergi özerkliğine kavuşturabilir. Tabii herkes Katalan bağımsızlığına bu kadar sempati duymuyor.

Katalanları mutlu ederek İspanya’da kalmaya ikna etmek sol partilerin ortak stratejisi gibi görünüyor. Seçimlerden önce Katalan Sosyalistler Halk Partisi, hükümetinin Katalonya’da yapmış olduğu bütün değişiklikleri geri alma sözü vermişti. Bu değişiklikler örneğin 2010 yılında iptal edilen vergi özerkliğini Katalanlara geri vermeyi, ve İspanya’nın 2008 mali krizinin yükünü azaltmak için ‘esnek iş gücü’ gibi neo-liberal bir söylem kullanarak yeniden yazdığı iş kanununu iptal etmeyi de kapsıyor. Ancak İspanyol Sosyalistlerin lideri Pedro Sánchez hükümetin Anayasa Mahkemesine gitmesini, hukuki süreci sürdürmesini destekliyor ve insanları kimlikleri arasında seçim yapmaya zorlamanın doğru olmadığını savunuyor. Üstelik, hem Katalan hem de İspanyol Sosyalist Partilerinin önemli isimlerinden eski Savunma Bakanı Carme Chacón da bağımsızlık karşıtı olduğunu saklamayarak Sosyalistlerinin içindeki bölünmüşlüğü gözler önüne serdi. Bağımsızlığa giden sürecin başlatılması yalnızca Katalan halkının değil tüm İspanya’nın isteklerine karşı olmanın yanısıra hukuki düzenden kopuşu temsil etmekte diyerek Madrid’in süreci görmezden gelmeye her türlü hakkının olduğunu iddia etti.
Son zamanlarda desteğini giderek artıran popülist post- milliyetçi C’s de bağımsızlık karşıtı: Podemos’un son aylarda kaybettiği oylarının neredeyse tamamını kendine çekmeyi başaran bu parti Katalonya’da doğup İspanya’nın tamamında örgütlenmeye ancak son yıllarda başladı. Henüz yerleşmiş siyasi yapıların içinde bulunmadıkları için yolsuzluğa bulaşmamış yeni siyasetçileri meclise sokmayı hedefleyen C’s çok net bir parti programına sahip değil. Ancak herkesi kucaklayan söylemi ve karizmatik liderleri sayesinde desteği bir süredir büyüyor ve Katalan bağımsızlığına net bir şekilde karşı çıkıyor. Katalan partiler arasında en belirsiz ve en bağımsızlık karşıtı olanın İspanya’da destek bulması gayet normal görünebilir, ancak C’s şehirli, üst-orta sınıf Katalanlar tarafından da destekleniyor.

Hükümet ve Anayasa Mahkemesi bağımsızlığa karşı, ancak tartışma sürüyor

Madrid’de tek başına iktidarda bulunan Halk Partisi, Katalan seçimlerinde altıncı sıraya düştüğü için gücünün sınırları da belli olmuş oldu. Görüştüğüm Katalan bir ekonomist Halk Partisinin bağımsızlığa sert bir tepki vermesinin zorunlu olduğunu söyledi: “Katalonya bağımsızlıktan her bahsettiğinde Halk Partisine İspanya’nın geri kalanında bir oy kazandırıyor; Rajoy burda kazanmayı zaten beklemiyor.” demişti ve bu tahmininde haklı da çıktı. Madrid hükümeti Katalonya’nın İspanya’dan ayrılmasına hiçbir koşulda izin vermeyeceğini tekrar ederek bağımsızlık çalışmalarının anayasada geçen ‘ulusal birlik’ ilkesine aykırı olduğunu iddia etti. Rajoy, bunları İspanya’nın Katalonya’ya en uzak bölgesi olan Salamanca’da söylerken İspanya’nın varolan dengelerini adeta fiziksel olarak korumaya çalışıyordu.
Rajoy hükümeti, 2014 Kasımında Katalonya’da yapılması planlanan bağımsızlık konulu halkoylamasını Anayasa Mahkemesi’ne taşıyarak oylamanın geçersiz sayılmasını sağlamıştı. Hatta ardından Mas’ın anayasaya aykırı hareket ettiği gerekçesiyle tutuklanabileceği söylentileri ortaya çıkmıştı. Madrid yine aynı şeyi yapmayı denedi, ancak bu sefer gerek medya da gerekse akademide “Konu Anayasa Mahkemesine taşınabilecek önemde mi, yoksa değil mi?” konulu ciddi bir tartışma başladı. Otonom Madrid Üniversitesi Anayasa Hukuku Profesörlerinden Antonio ArroyoEl Pais için kaleme aldığı makalede3 bahsi geçen ulusal birlik ilkesinin İspanya’nın varlığını sürdürmesine ciddi bir tehdit oluşturan durumlarda geçerli olduğunu, Katalanların bağımsızlık talebinin ise böyle bir tehdit oluşturmadığını iddia etti. Bu görüşe göre hükümet, Anayasa Mahkemesine devletin varlığının tehdit edildiğini kanıtlamakla yükümlü ve aksi takdirde ulusal birlik ilkesi uygulanamaz, çünkü otonom bölgelerden birisinin ayrılması İspanyol devletinin siyasi organlarının hiçbirinin tasfiyesini gerektirmez.
Alman federal hukukunu örnek alarak hazırlanmış olan İspanyol Anayasası hükümete otonom bölgeler üzerinde bir takım yetkiler veriyor: Örneğin eğer bir eyalet hukuka aykırı davranırsa bölgede yönetimi hükümet üstlenebilir, ancak böyle bir durumda dahi İspanyol hukumeti varolan eyalet hükümetini tasfiye edemez, finansmanını kesemez, ya da sorun çözümlendikten sonra eyaleti yönetmeye devam edemez. Bu gibi maddeler İtalyan ve İsviçre Anayasalarında da mevcuttur. Hatta Alman Anayasasında ordunun böyle durumlarda hiçbir şekilde müdahale edemeyeceğinin de altı çizilmiştir. İspanya’da ise hükümetin müdahaleye başvurmamasının altında iki hukuki sebep yatıyor: Birincisi, orantılılık esasına göre hiçbir şekilde şiddete başvurmayan bir halka askeri müdahalede bulunmak meşru olmayacağı için; ikincisi de askeri müdahale içinde bulunulan krizi çözmeyeceğinden hükümetin orduyu harekete geçirmek için hukuki bir dayanağı olmadığı için. Bunun yerine Madrid, Anayasa Mahkemesine başvurarak konunun İspanya’nın tamamını ilgilendirdiği ve İspanyol Parlamentosunda tartışılması gerektiğine vurgu yapıyor. “Ülkenin iyiliği için bütün siyasi ve hukuki mekanizmaları harekete geçirmeye” söz veren Rajoy, bağımsızlık yanlılarının sürecin İspanya’nın hiçbir kurumundan, özellikle de Anayasa Mahkemesinin kararlarından, etkilenmeyeceği konusunda verdiği kararı da dolayısıyla görmezden geliyor.
Anayasa Mahkemesi ise davayı kabul etmek suretiyle bağımsızlık sürecini hukuken durdurmuş oldu. Katalan hükümeti beklendiği gibi kararı tanımadığını açıkladı. Anayası Mahkemesinin hükümetin önerisi üzerine kabul ettiği 21 ayrılıkçı Katalan lidere kanuna aykırı davranmaları halinde başlarına gelebilecekleri açıklayan kişisel iletiler 15 yıla varan hapis cezalarına dahi değinmekle birlikte bunun gerçekleşeceğini kimse düşünmüyor. Şimdilik herkes mahkemeye sunacakları belgeleri hazırlıyor. Kararın bağımsızlığı onaylamayacağı net olmakla birlikte bunun nasıl gerekçelendirileceği gerek İspanya’nın gerekse de Katalonya’nın önümüzdeki senelerdeki siyasi sürecini etkileyeceğe benziyor.
Aralığın 20’sinde yapılacak olan seçimlere doğru siyasi partilerin bağımsızlık konusundaki söylemlerini tekrar gözden geçireceğim. Şimdilik sizleri ayrılıkçı siyasetin barışçıl bir çerçevede uygulanabileceği ve buna hukuki yollarla karşı çıkmanın da mümkün olduğunu anlatan bu hikayeyle başbaşa bırakıyorum…


Katalonya’da özyönetim talebinden ayrılıkçı siyasete

Katalonya güncesi (Barselona/Girona/Figueres/Cadaques, Kasım 2015)
Geçtiğimiz hafta boyunca Katalanlar İspanya’yı bir kere daha çalkalamayı başardı. Basında tartışılan neredeyse tek konu Katalan Parlementosunun İspanya’dan ayrılma sürecini başlatmak üzerine aldığı karardı. Uzun zamandır planladığım Katalonya seyahati bölgenin bağımsızlık süreciyle ilgili harekete geçmeye karar vermesine denk düşünce, bir kaç yazıyla karmaşık İspanyol siyasetinde bunun ne anlama geldiğini, tarafları, tepkileri, tartışmaları ve muhtemel sonuçları aktarmak istedim.

Katalan Meclisi Süreci Başlattı

Özetlemek gerekirse, Katalanlar özyönetim taleplerini İspanya’dan ayrılık talebine çevirmenin yollarını arıyor. 9 Kasım’da Katalan Meclisinde alınan karar bu süreci başlatacak olan süreci başlatmak amaçlıydı. Hayır yanlış okumadınız; başlangıcın başlangıcı derken şunu kastediyorum: Parlementerler “katılımcı, açık, birleştirici, ve vatandaşların aktif olarak söz haklarını kullandıkları bir bağımsızlık sürecini” başlatmak ve bir Katalan Anayasası yazılması için çalışmalara başlamak konusunda karar aldı. Ancak karar büyük ölçüde sembolik ve Katalonyanın İspanya’dan ayrılıp yeni bir cumhuriyet haline gelme ihtimali oldukça az. Nitekim karar ne Katalonya içinde ne de İspanya’ nin genelinde coşkuyla karşılandı. Dahası Avrupa Birliğinden de beklenen desteği görmedi.
Ne olursa olsun Katalanların 2008’den beri sürekli olarak tartıştıkları bağımsızlık süreci artık sonuçlanmak zorunda. Bağımsızlığın en önemli ismi olan Katalonya Başkanı Artur Mas süreci başlatmadığı takdirde bağımsızlık taraftarı koalisyonu birarada tutacak güçte değil. Anayasaya aykırı olacağı uyarılarına aldırmadan tasarıyı oylamaya sunması da buna bağlanıyor.

Kemer Sıkmaya karşı Öfkeliler

Biraz geri gidecek olursak, 2008’de sağ/popülist PP (Partido Popular) hükümetinin başlattığı kemer sıkma politikalarına karşı halkta büyük bir tepki oluşmuştu. Türkçe’de ‘Öfkeliler’ olarak anılan Indignados (15-M Hareketi ya da Meydanı Geri Alın Hareketi olarak da duymuş olabilirsiniz) bu tepkilerin birarada ifade edildiği bir söylem koalisyonu olarak ortaya çıktı. Öğrenciler, özgürlükçü sol, geleceğe dair güvensizlik hisseden genç nüfus, bankalar tarafından soyulduğunu düşünen ve İspanyol hükümetinin kendilerini değil bankaları korumayı seçtiğini gören halk yanyana gelince günlerce meydanlar işgal edildi, tahminen 7-8 milyon vatandaşın katıldığı bu protestolarda yalnizca ekonomik değil her türlü siyasi talep ifade edildi. Bu taleplerin büyük bir kısmını programında bir araya getirmeyi başaran da Mart 2014’de kurulan ve sık sık Syriza ve HDP ile karşılaştırılan Podemos (‘Yapabiliriz’) adlı parti oldu. Podemos katıldığı ilk seçimlerden itibaren büyük bir halk desteği görürken, Katalonya’da bu ideallerin ve taleplerin yanı sıra İspanya’dan ayrılma süreci de konuşulmaya başladı. 
Franco’nun uzun, sancılı, ve yüzleşilmemiş diktatörlüğü boyunca akılalmaz acılar çeken Katalan halkı, hala kendi çıkarlarına ters düşen siyasi seçimler yapmaya zorlanıyor. Ekonomik alanda özellikle vergi ve şeffaflık, sosyal alandaysa özellikle daha fazla otonomi ve iki-dilde eğitim gibi konulardaki talepleri federal hükümet tarafından sık sık geri çevriliyor ya da zora sokuluyor. Bu da İspanyol hükümetinin popülerliğini büyük ölçüde azaltıyor ve hatta federal sistemin meşruiyetinin sorgulanmasına sebep oluyor. 2008’den beri bu hoşnutsuzluk barışçıl protestolar, caddelerin ve meydanların işgali ve kültürel kimliklerinin tüm sembolleriyle donatılması yoluyla sürekli bir şekilde ifade edilmeye başlandı. Bu şenlikli eylemlilik sürecinde “İspanyanın federal yapısı içinde otonom bir bölge olan Katalonya acaba kendisi ayrı bir devlete mi dönüşmeli?” sorusu ortaya çıktı. Artur Mas da bunun gerçekleşmesini, üstelik hemen şimdi gerçekleşmesini savunan merkez/sağ CDC’nin (Convergència Democràtica de Catalunya) lideri olarak 2010’da Başkanlığa seçildi. Ancak uzun süredir en önemli siyasi projesi haline getirmiş olduğu Katalonyaya bağımsızlık hayalini gerçekleştirip gerçekleştiremeyeceğini ise zaman gösterecek.
Manuel Jabois’in 11 Kasım’da El Pais’te yayınlanan makalesi Mas’ın fazla bir şansı olmadığını iddia ediyor: Jabois’ya göre hayali cemiyetle gerçek insanların kimlik kurgusu aynı hızda ilerlemiyor. Mas’ın Katalan kültürel kimliğinden doğan bir hareketi siyasallaştırma çabası hem gerçekçi olmayan hem de aceleci bir tavır. Ancak bir haftadır konuştuğum Katalanların hemen hepsi bağımsızlıktan bahsetmekten artık yorulduğunu, hem ülkenin hem de bölgenin sorunlarına dair önemli kararların alınması gerektiğini ve bunu ertelemekten sıkıldıklarını ifade etti. Gerçekçilik konusu ise ayrı bir tartışma konusu. Vatandaşlarının yarısı yabancılardan oluşan bir bölgeyi yeni bir devlete çevirmenin zorluklarını görmezden gelmemek gerek. Üstelik Katalanların çoğunluğu Madrid biraz olsun akılcı bir siyaset izlese İspanya’nın içinde biraz daha fazla otonomiyle bulunmayı tercih edeceğini ifade ediyor.

Krizin ilk alametleri: 2014 Halkoylaması

Geçen sene Katalan Hükümeti tam da bu konudaki bir takım soruları açıklığa kavuşturmak için Katalan halkına danışmak, yani bir halk oylaması düzenlemek isteyince bugünkü krizin ilk emareleri görünmeye başladı. Kanuni bir bağlayıcılığı olmayan bu halk oylaması iki sorunun cevabını arayacaktı: Katalonya’nın bir devlet haline gelmesini istiyor musunuz? Eğer istiyorsanız, bu devletin bağımsız olmasını istiyor musunuz?
Madrid sert bir tepki vererek halkoylamasını yasadışı ilan etti. İspanyol Hükümetinin bu kararı Katalanların tek başına veremeyeceği, konunun tüm İspanyolları ilgilendirdiği yönündeki açıklamaları Katalanları oldukça kızdırdı. Mas da bu kızgınlığı siyasi güce dönüştürmek istedi ve halkoylamasını yine de yapmaya karar verdi. Oyların yüzde 81’i her iki soruya da ‘Evet’ diyordu –ancak Katalanların büyük bir kısmı oy vermeye bile gitmemişti. Acaba konu kimsenin umrunda değil miydi, yoksa oylamanın meşruiyeti ile ilgili sorular mı katılımın düşmesine sebep olmuştu?
Geçen ay Katalan Milli Gününde meydanlarda toplanan bir milyon dörtyüz bin kişi bu soruya kısmen de olsa cevap verdi. Dolayısıyla Artur Mas ve bağımsızlık sürecini destekleyen diğer partiler Eylül sonundaki seçimlerden büyük bir zafer bekliyorlardı. Junts pel Sí (‘Evet İçin Birlikte’) koalisyonu, bir sene boyunca seçimlerin sonucunun bağımsızlık konusundaki milli iradeyi ortaya koyacağına dair kampanya yapmıştı. Koalisyonun dışından bağımsızlığı destekleyen radikal/sol CUP (Candidatura d’Unitat Popular) de seçimlere ayrı bir parti olarak girecekti. Eğer oyların ve Katalan Meclisindeki sandalyelerin yarısını alırlarsa bağımsızlık sürecini bağlatmak için halk tarafından görevlendirildiklerini kabul edecekler ve hükümeti buna göre kuracaklardı.
Bağımsızlık taraftarları oyların yarısını alamasalar dahi Meclisin yarısına tekabül eden 72 milletvekilliğini kazandı. Geçen Pazartesi günü yapılan oylamada da 68 oya karşı 72 oyla, daha hükümet bile kurulmadan süreci başlatma kararı verildi. Dolayısıyla hafta boyunca medyada sorulan soru da koalisyonun hükümet kuramayacak kadar dağılmaya yaklaşıp yaklaşamadığı oldu. 
Bir yandan CUP, Mas’a destek vermek yerine siyasi spektrumun her yanından saygı gören bir başka siyasetçiyi, Katalan Yeşillerinden Eski Avrupa Parlementosu üyesi Raül Romeva’yı Başkan adayı olarak öne sürerek Mas’ın durumunu iyice zorlaştırdı. Diğer yandan, Avrupa Birliği de sürece mesafeli yaklaştı: Katalanlar AB’yi son derece önemsediklerini her fırsatta ifade etse dahi, İspanya’nın da uzun zamandır dış politikasının odağında AB var. Dolayısıyla Avrupa siyasetçileri İngilizlerden ‘daha AB’ci’ İskoçlara referandum öncesinde verdiği açık desteği Katalanlara vermedi. Merkel hukukun üstünlüğüne herkesin saygı göstermesi gerektiğine dair bir açıklama yapmakla yetindi. 

Önümüzdeki günlerde Madrid’in tepkisi, Anayasa Mahkemesinin kararı ve Avrupa’daki federal anayasa hukuku üzerine yazmaya devam edeceğim.
Sonraki yazı: Madrid: “Bağımsızlık talebi Anayasaya aykırı, kararı Anayasa Mahkemesi verecek”


Thursday, October 29, 2015

Yeni Nepal’de değişime kadınlar öncülük ediyor

Son zamanlarda Güney Asya’nın birçok ülkesinde basın seçilmiş siyasetçilerden kanun-yapıcı (lawmaker) diye bahsetmeye başladı. Kelimenin kendisi yeni olmasa da milletvekili, meclis üyesi, ya da parlamenter gibi terimlerin yerini bu kelime aldıkça ‘yasayı yazan kişi’ vurgusunun artması kaçınılmaz. Belki de ‘siyasetçi’ kelimesine oranla daha temiz ve pozitif çağrışımlar yaptığından, bu değişim kadın siyasetçilerin devletin baş köşesinde yerlerini almaya başlamasıyla aynı zamana denk düştü. 1960lardan itibaren Hindistan’da Indira Gandhi, Pakistan’da Benazir Butto, Bangladeş’teyse 2009’dan beri hükümetin başında olan Şeyh Hasına Vecid ile özdeşleşmiş olan kadın başbakanlardan bahsetmiyorum. Kadınlar artık siyasetin her kademesine el atıyor, ve son zamanlarda da cumhurbaşkanlığı konusunda erkeklerin ‘tahtını’ sarsmaya başladılar. Hindistan’da 2012’ye kadar cumhurbaşkanlığı yapmış olan Pratibha Patıl ve Sri Lanka’da 2005’e kadar onbir sene cumhurbaşkanlığını sürdüren Chandrika Kumaratunga’ya dün de Nepal Komünist Parti lideri Bidhya  Bhandari eklendi. Günümüz demokrasisinin erkek-egemen dilinde yasama ve yargıdan ziyade yürütmenin erkle özdeşleştiğine dikkat edecek olursak bu iki değişim de doğru yönde gelişmeler olarak değerlendirilmeli.

Bidhya  Bhandari, 1961’de Bhojpur’da dünya geldi. Gençlik yıllarında solcu öğrenci birliklerine katıldıktan sonra 80lerin başında Marksist-Leninist Nepal Komünist Partisine üye oldu, ve ülkede komünizmi popüler kılan önemli siyasetçilerden Madan Kumar Bhandari ile evlendi. Madan Kumar o yıllarda Nepal Kralını seçimlerde karşısına çıkmaya davet ederek partisinin çok partili demokrasiyi önplana çıkarma çalışmalarına yeni bir renk kattı, ancak 1993’te birçok komplo teorisine sebep olan gizemli bir trafik kazasında hayatını kaybetti. O andan itibaren de Bidhya  Bhandari’nın siyasi kariyeri sürekli ve giderek etkin bir hal aldı ve o da bu süreçte kadınların eşitliği konusunu hem demokratik temsiliyet ve hem de sosyal haklar açısından ele alarak partisinin en önemli konularından biri haline getirdi. 2006’da kadınlara karşı her türlü ayrımcılığın yasaklanması için verdiği kanun tasarısı kabul edildi, ve 2012’de Tüm Nepalli Kadınlar Birliğine başkan seçildi. Bu görevdeyken milletvekillerine %33 kadın kotası ve Cumhurbaşkanı ve/ya yardımcısının kadın olması uygulamalarının kanun haline getirilmesine önayak oldu. Nepal bugün pasaport ve kimlik kartlarında kadın/erkek/diğer kategorilerinin uygulanmasına dahi başlamış nadir ülkelerden.

240 sene monarşiyle yönetilen Nepal 2008’den beri federal demokratik bir cumhuriyet, ve cumhurbaşkanı meclis tarafından seçiliyor. Bhandari 214’e karşı 317 oyla ülkenin ikinci cumhurbaşkanı seçildi ve bugün yapılacak yemin töreni ile göreve başlayacak.

Yeni Anayasa ve yarattığı yeni sorunlar


Nepal 2001’de veliaht prens Dipendra kraliyet ailesinin dokuz üyesini kurşun yağmuruna tutup sonra da kendisini öldürdürüğünden beri önemli değişimler geçiriyor. Başa geçen erkek kardeşi Gyanendra 2006’ya kadar bastırmaya çalıştığı demokratik talepler karşısında önce parlamentoyu açmak zorunda kaldı, ardından da meclisin neredeyse tamamının aldığı kararla 2008 yılında tahtını kaybetti. Bir türlü üzerinde anlaşılamayan ve gecikmeli olarak yazılan yeni anayasa geçen ay yürürlüğe girdi. Eyalet sınırlarını yeniden belirleyen anayasa Nepal’in güneyindeki düzlük bölgelerde yaşayan Madhesi ve Tharu halklarında büyük bir hoşnutsuzluk yarattı. Dağlık bölgelerden tamamen arınmış kendi eyaletlerini parlementoda eşit temsil edilmenin önkoşulu olarak gören ve özyönetim talep eden binlerce Madhesi ve Tharu sokaklara dökülürken sivil ve polis kırk kişi protestolar sırasında hayatını kaybetti.

Nepal’in güneyi, dağlık kuzey eyaletlerden daha az gelişmiş ve ekonomisi tarıma dayalı bir bölge. Hindistan sınırında olduğu ve anadilleri de Nepali yerine Hindi olduğu için özyönetim talepleri Kuzey Nepaldeki siyasetçilerin çoğu tarafından ayrılıkçı siyaset gütmek olarak algılanıyor ve hatta kimi zaman uzun vadede Hindistan’a katılmayı hedeflemekle suçlanıyorlar. Hindistan’a katılım söylemi uzak görünse de böyle bir durum Nepal’deki büyük bir çoğunluğa Bhutan’a benzer dış ilişkileri resmi olmasa da gayri resmi bir şekilde Hindistan’a bağlı bir ülke haline gelme korkusu veriyor. Bir yandan sosyal ve siyasi açıdan uzun zamandır ezilen bu halkların eşitlik talepleri Nepal’in içinden ziyade dışında sempati topluyor. Diğer yandan, yeni anayasanın Nepallilerle evlenen Hindistanlılara seçilme hakkı tanımaması ve eyalet sistemini dağlık bölgelerin siyasetteki ağırlığını koruyacak şekilde yeniden düzenlemesi de işleri kolaylaştırmıyor.

Hindistan’la zorlu dönem

Protestolar sırasında normalde açık olan Hindistan sınırından geçiş yapılamaz oldu. The Guardian’ın 25 Eylül tarihli haberine göre özellikle gıda ve yakıt ticareti açısından kritik olan Birgunj sınırkapısı protestocular tarafından bloke edildi. Ancak Hindistan’ın yeni anayasal düzeni hoş karşılamadığı da sınırdan geçişleri kolaylaştırmayışı ve özellikle Nepal’in enerji ihtiyacını karşılamamak yoluyla hükümeti zor durumda bırakmasından anlaşılıyor. Nepal’in bazı kesimlerinde hastaneler ve okullar günlerdir elektrik kesintisi sebebiyle kapalı. Dörtyüzden fazla yakıt tankeri Nepal sınırında bekletilirken Hindu milliyetçisi Modi hükümeti yakıt ve enerji ihtiyacının Nepal’deki emniyet sorunları sebebiyle karşılanamadığını ifade ediyor. Nepalli siyasetçiler Hindistan’ı bağımsız bir ülkeyi içindeki ayrılıkçılara destek olmak suretiyle baskı altına almaya çalışmakla suçluyor. Karşı-yaptırım olarak da televizyonlardaki Hindi dilindeki bütün programlar yayından kaldırıldı. Yetkililer Çin’den enerji ihtiyaçlarının karşılanması için yardım istemeye karar verdi, ancak bunun bölgedeki güç dengeleri açısından ne anlama geldiği henüz belli değil: Çin kolaylıkla bu ihtiyacı karşılayabilir, ancak Hindistan’la bu konuda ve şu anda karşı karşıya gelmek isteyip istemeyeceği henüz belli değil. Ayrıca bu çözüm de başka zorlukları beraberinde getiriyor: Bahar aylarında meydana gelen deprem ve takibeden toprak kaymaları sonucu Çin ve Nepal arasındaki yollar kullanılamaz hale geldi. Yerel, ortak mülkiyetli, temiz enerji üretimi ise ancak depremden sonra Dünya Bankasının teşvikiyle başlatılmış ve henüz yalnızca 7200 aileye ulaşmış durumda.

Wednesday, October 21, 2015

Kanada’da Liberaller kazandı…

Kanada’da merkez sol eğilimli Liberal Parti seçimleri kazandı. Avam kamarasındaki tek Yeşil Partili milletvekili Elizabeth May yeniden seçilirken, Justin Trudeau liderliğinde seçimlere giren Liberaller, aldıkları %54.4 oranındaki oyla 184 milletvekili çıkartarak çoğunluk hükümeti kurmayı garantiledi. Neredeyse on senedir hükümette olan Muhafazakarlar ise yüzde on oy kaybederek ancak 99 milletvekili çıkartabildi. Eski Başbakan Stephen Harper’in bu yenilgi sonrasında parti liderliğinden ayrılacağı konuşulsa da  Muhafazakar Parti Kanada’nın ana muhalefet partisi olarak çalışmalarına devam edecek. Sonuçların en ilgi çekici yanı ise Trudeau ve Liberallerin yalnızca muhafazakarlardan değil neredeyse bir o kadar sandalyeyi de sosyal demokrat NDP (New Democratic Party, Yeni Demokratik Parti)’den almış olmaları.
Sosyal Demokratlar ve Muhafazakarlar Neden Kaybetti?
Sosyal demokratlar seçim çalışmaları başladığında anketlerde birinci parti görünüyordu. Politikaları uzun süredir halkın desteğini kaybetmiş olan Harper’in yeniden seçilemeyeceği zaten tahmin ediliyordu. Harper’in ekonomik politikaları Kanada’nın hazine borcunu artırırken, seçtiği aşırı muhafazakar söylemler ve gündemden düşmeyen (ve kimisi kanıtlanmış olan) yolsuzluk iddiaları hükümeti 2011’den beri yıpratmaktaydı. Vergi indirimi ve hazine borcu konusunda partiyi destekleyen muhafazakarlar özellikle sağlık sisteminin özelleştirilmesi ve emekli aylıklarının düşürülmesi konusundaki kararlara karşı çıkarken, kadın ve azınlık politikaları konusundaki gerici tutum da siyasi spektrumun her yanından tepki çekiyordu. Üstelik Harper’in Avrupa Birliğiyle imzaladığı Kapsamlı Ekonomik ve Ticaret Anlaşması (CETA) gerek çevre korumayı gerekse tarımsal üretimi sekteye uğratacağı endişesiyle eleştiriliyordu. Dolayısıyla Harper’in yeniden seçilmesine karşı olan ve karşısına çıkacak en büyük partiye stratejik oy vermeyi yeğleyen geniş bir seçmen kitlesi oluşmuştu. Bahsi geçen büyük partinin ana muhalefet partisi NDP olmaması, üstelik sosyal demokratların 59 sandalye kaybetmesi ise seçimlerin sürprizi oldu. Çünkü NDP gerek kadın hakları (özellikle maaş eşitliği ve kürtaj konularında) gerekse fosil yakıt sübvansiyonları ve vergi reformu konusunda, yani Muhafazakarların en çok eleştiri alan siyasi seçimlerinde, Harper’in izlediği siyaseti tersine çevirecek önerilerde bulunuyordu.
NDP’nin oy kaybında lideri Thomas Mulcair’in Avrupa’da Tony Blair’in liderliğinde başlamış olan ‘Üçüncü Yolu’ açıkça benimsemesinin etkisi olduğu söylenebilir. 2011 seçimlerinden sonra parti liderliğini üstlenen Mulcair, 2013’te parti tüzüğündeki sosyalist söylemleri değiştirerek bunları partinin geçmişten taşıdığı bir ‘gelenek’ olarak yeniden tanımlamıştı. Eskiden sol ile sağ arasında oy kayması daha zor ve nadirken ‘Üçüncü Yol’la birlikte bu geçişler giderek kolaylaştı. Takip eden senelerde de NDP gerek federal hükümette gerekse eyaletlerde hem emekçi ve yoksulların desteğini alacak küçük çaplı çalışmalar yapmış, hem de büyük şirketlerle karşı karşıya gelmekten özenle kaçınmıştı. Eyaletlerde çeşitli koalisyon hükümetleri kurmuş olan NDP’nin özellikle şehirli işçi sınıfının desteğini kaybettiği görülüyor. Tüm bunlar partinin kendi içindeki dinamikleri de etkilediği için seçimdeki yenilginin kısmi açıklamaları olarak ele alınabilir.
Tartışmaları son zamanlarda en çok etkileyen ise peçe konusuydu. Peçeyle vatandaşlık yemini etmek isteyen Zunera Ishaq’in mutlu sonla biten hikayesi süresince Harper takındığı anti-İslamcı tavırla tepki çekerken NDP Kanada’nın çoğulcu kültürüne değinerek ona özgürlükçü bir söylemle karşı çıktı. Bir yandan bu değerler Liberal lider Justin Trudeau’nun eski bir başbakan olan babası Pierre Trudeau’nun adıyla özdeşleşmiş olduğundan bu Trudeau’ya beklenmedik bir avantaj sağlamış olabilir. Diğer yandan kamu alanındaki dini simgeler konusunda Kanada’nın kalanına oranla daha hassas olan Quebec’de iki parti de hoşnutsuzluk yarattı: NDP’nin tutumu hassasiyetlerini görmezden geldiği için, Muhafazakarların söylemi ise açıkça onların hassasiyetlerini oya çevirmeyi amaçladığı için. Kanadanın iki bölümünün üzerinde ayrıştığı bir konu olarak başörtüsü de popüler siyasette gözler önüne serildikçe iki tarafı da yıpratan ve oy kaybına sebep olan bir bataklığa dönüştü.
Bu karışıma Liberal Partinin yakın tarihinden gelen bir sebep ekleyecek olursak belki Kanada’daki uzun süreli siyasi dinamikleri anlamamıza da yardımcı olur: Justin Trudeau’dan önceki son Liberal Başbakan, Paul Martin, hem pek popüler olmayan Kuzey Amerika Güvenlik ve Gönenç Ortaklığı Antlaşmasını (The Security and Prosperity Partnership of North America, SPP) imzalamış, hem de yolsuzluk skandallarına adı karıştığı için halk desteğini kaybetmişti. O zamana kadar Liberal Parti Kanadayı en uzun süre yönetmiş parti olduğu gibi, hükümet kurmadığı zamanlarda da 1860lardan itibaren istinasız ana muhalaefet görevini üstelenmişti. Diğer bir deyişle, Liberallerin üçüncü parti pozisyona düşmesi kısa süren bir istisnaydı, ve Harper karşıtlarının parti çevresinde birleşmesi de Kanadalıların artık Liberalleri cezalandırmaya son verdiği anlamına geliyor.
Trudeaumania
Ancak Justin Trudeau’nun seçimleri kazanmasındaki en önemli etken ne Muhafazakar Partinin ne de sosyal demokratların politikaları: Bunların hepsinden önemli olan Liberallerin Trudeaumania adını verdikleri fenomen. Trudeaumania, ilk defa Justin’in babası Pierre Trudeau’nun 1968deki seçimlerde yarattığı sansasyona ithafen kullanılmıştı: Karizması, hitabetteki başarısı ve medya karşında olağanüstü rahat tavırlarıyla karşıt-kültürden etkilenen gençleri yanına çeken Pierre Trudeau, başbakan olduktan sonra da Kanada için bütüncül bir kimlik oluştururken eşcinsellerin eşitliği, kürtaj ve oyverme yaşı gibi konularda zamanı için gayet ilerici politikalar izlemişti. Justin Trudeau hayatının büyük bir kısmını medyanın gözleri önünde geçirmenin de avantajıyla aynı rahatlığı kameralar önünde sergilemeyi başarıyor. Geçen sene yayınlanan otobiyografisinde babasının ‘devlet adamı’ imajından uzak dururken ailedeki bir başka siyasetçiye, anne tarafından büyükbabası olan James Sinclair’in anısına işaret ediyor. Diğer yandan kitabın adını Ortak Zemin koyarak Kanadayı birleştirecek söylemlerin çoğunu popüler kılan babasına da referans veriyor. Kısacası, markasını iyi kullanmayı biliyor.
Seçim sonuçlarının açıklanmasından hemen sonra yaptığı konuşmada Trudeau, son on yıldır uluslararası arenada Kanada’nın yapıcı ve merhametli sesini kaybettiğini düşünen tüm dünyadaki ‘dostlarına’ seslenerek “Geri Döndük!” dedi. Bahsi geçen bu eski/yeni uluslararası siyasetin ilk işaretleri şöyle özetlenebilir:
-    İklim değişikliği konusunda Aralık ayında yapılacak Paris Zirvesinden önce eyaletlerle de anlaşarak (2011’de Kyoto’dan çekilen Harper Hükümetine oranla) daha proaktif bir siyaset izlemek (Diğer yandan Alberta-Texas arasında yapılması planlanan Keystone XL boruhattını desteklediğini de hatırlatmakta fayda var);
-    Kanada’nın Ortadoğu’daki askeri gücünü azaltmak ve eğitim amaçlı hizmetler dışında geri çekmek;
-    İlk etapta 25,000 Suriyeli mülteciye Kanada kapılarını açmak.
Yeni Başbakan mütevazı bir bütçe açığını öngören gerçekçi ve umutlu ekonomik planı ve yerli halklarla eşitlik bazında görüşmelere başlama vaadi ile Kanadalıların oylarını almayı başardı. Bunun yanı sıra marihuanayı legalize etmek ve ilk yüz iş günü içinde vergi reformu yapmak gibi sözler veren Justin Trudeau’nun ilk etapta Kanada yerlisi bin kadının kaybolması (ve/ya katli) üzerine yeni bir araştırma başlatması, ötenazi konusundaki hukuki bulanıklıkları gidermesi, ve seçim sisteminin iyileştirilmesine başlaması gerekiyor.